1 Ocak 2014 Çarşamba

Pop Art Sanat Akımı / Sanatçı “Andy Warhol”

andy warhol kim?
Andy Warhol yaşamının büyük bir bölümünde Pop Art isimli tavırdan yana olmuş ve böylece bu tavrın en önemli isimlerinden biri olmayı da hak etmiştir. İşte bu çok yönlü sanatçının dünyayı dolaşan gezici sergisi Yapı Kredi Bankası katkılarıyla Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde. 18 Temmuz-28 Ağustos 2001 tarihleri arasında da izlenime açık kalacak bu sergiden bir zaman önce aynı galeride, bu kez de Op Art olarak bilinen tavrın, en önemli temsilcisi olan Victor Vaserely’nin bir sergisi düzenlenmişti. Bu noktada, birbiriyle zamandaş olan iki sanat tavrının iki önemli temsilcisi 2001 yılında Türkiyeli izleyicilerle buluşmuş oldu; kanımca bu Türkiye ve Türkiye’deki plastik sanatlarla ilgilenenler için çok önemli. Sergiye paralel, bir de Galatasaray Meydanı’nda izleyicinin Pop Art’ı tanınması için pano düzenlemeler oluşturuldu. Böylece Warhol’un da içinde olduğu bir oluşumun izleyiciye anlatılması işi de yerine getirilmiş oldu. Kanımca iki hareket de birbirini besleyeceğinden çok yararlı olacaktır: Hatta açılıştan bir gün sonra bu panoları keyifle gezerken, halkın; anlayan ve anlamayanı ile panolara merakla baktığına, pano metinlerini okumaya gayret ettiklerine tanık oldum. Bu durum da, plastik sanatlar bağlamında İstiklal Caddesi’nin olumlu kullanılmasına dair iyi bir örnektir. Ayrıca, galerinin üst katında, videodan gösterilen Andy Warhol-Sınırda Bir Yaşam başlıklı bir belgesel de izlenime açık bırakılmış durumda.

Çağdaş sanatın en değişimsel grafiklerinden birine sahip olan Pop Art için söylenebilecek çok şey var. Fakat ip ucu olsun diye hemen hatırlatmalıyım ki, Yapı Dergisi’nde (1) Pop Art üzerine kapsamlı bir yazı yayınlanmıştı. Bu yazı, Warhol gibi diğer bütün önemli pop sanatçılarını temsil edici ipuçları ile donanımlıydı. Yanı sıra Warhol üzerine Amerikan Bilgi Belge Merkezi’nden sağlanabilecek önemli makaleler (2) ve bazı enformasyonlar (3) da elimizde bulunmaktadır.

yaşamı (4)
20. yüzyılın en ünlü sanatçılarından biri olan Warhol, monoton ve gri bir şehir olan Pittsburg’da, Polonya göçmeni, son derece yoksul bir ailenin oğlu olarak 1928 yılında dünyaya geldi. İlk gençlik yıllarını, yoksul bir göçmen mahallesinde geçirdi. Şamatacı ve gürültücü iki ağabeysinin aksine, genç Andy çekingen ve narindi. Özellikle annesi ona çok düşkündü.

1930’lardaki büyük bunalım döneminde oyuncak için para bulamayan anne, oğlunu resme teşvik etti. Fakat Andy, 8 yaşında bir sinir hastalığına yakalandı. Hastalığı onu çevresinden uzaklaştırdı. İletişim kurmak yerine izlemeyi tercih etti. Bir ay okuldan uzak kalınca, annesine yaklaşan Andy, annesinin ona devamlı verdiği boyama kitapları ve boyalarla resimle iyice kaynaştı. Yine annesiyle Pazar günleri gittiği kilise, çevresindeki en renkli mekandı, bu ortam onu o yıllarda çok etkilemiştir. 8 yaşındaki Andy’yi etkileyen bir başka şey de Hollywood’un şatafatlı, çok güzel ve kaygısız hali olmuştur. Annesinin getirdiği sinema dergilerine saatlerce bakar, yıldızların resimlerini keser, film kahramanlarının imzalarını almak için mektuplar gönderirdi. Hep onlar gibi ünlü ve zengin olmayı düşlemiştir. Okul arkadaşlarının portrelerini yapınca, ilk kez ünlü olmanın tadını çıkarmıştır. 14 yaşındayken artık her gün resim yapmaktadır. 1945’de Andy, ünlü Carnegie Tech Üniversitesi’ne başladı. Yakın üniversite arkadaşları onu oyuncu ve biraz da, sürekli etrafını izleyen biri olarak hatırlamaktadırlar. Kız arkadaşlarının yanında bulunmaktan zevk alan, ancak erkeklere ilgi duyan Andy, bu yanını hep gizlemiştir.

1949’un Manhattan’ı, 20 yaşındaki genç ressam Warhol için bir mıknatıs gibidir. Üniversitede, az parayla yaptığı işlerle reklam ajanslarına ve büyük mağazalara başvurdu. İlk fırsatı da Glamour dergisinin “Başarı Merdiveni” başlıklı makalesine verdiği illüstrasyonla yakaladı. Editörü yaptığından o kadar etkilendi ki, derginin aynı baskısında altı sayfa daha resimlemesini istedi. Metin editörünün Warhola yerine, Warhol ismini kullanmasıyla bu ismi hem beğenecek, hem de bundan böyle hep kullanacaktı. Ünlenmeye başladı ve ne istenirse çizdi. Tam bu sıralarda yaşadığı ortam pek iyi değildi. 1951 yılında iyi bir apartman dairesine taşındı ve annesini de yanına aldı. Birlikte 20 yıl yaşadılar. Annesi ona çok destek oldu, tuvallerini gerdi, yazılarını boyadı. Adeta onun bir asistanı gibi sürekli destek oldu. Andy’nin başarısı, 1950’lerde çok para kazanmasını sağladı. İstediği elit çevreye girmişti, fakat çok acı çekiyordu; cildi kötüleşiyor, saçı dökülüyordu. Soyut dışavurumculuğa, bir grup dağınık ve yeni sanatçıyla karşı çıktı. Bu yeni grup, kendilerini pop sanatçısı olarak tanımladılar. Popüler kültürü ele alıp onu canlı ve dikkat çekici sanata dönüştürdüler. İçsel kaygılar yerine kendi dışlarındaki dünyayı resmettiler. Savaş sonrası Amerika’nın yüzeysel ve abartılmış imgelerini kullandılar. Böylece Warhol 1960’da gözlerini pop kültürün en ünlü ikonası Coca Cola’ya çevirdi. Sonra para çizdi. 1962’de ise tüm zamanların en ünlü sanat imgelerinden birini yaratarak dünyayı şaşırttı. Bu, Campbell’s Konserve Çorbaları idi. Bununla, 1960’ların başında Amerika’nın yakaladığı ekonomik başarı ile gelen ve toplumda tüketim ürünlerine karşı oluşan aşırı bağımlılık nedeniyle çıkan kültürel tartışmalara girdi.

Warhol, sıradan bir objeyi aldı ve ona sanat dedi. Şimdi gözlerini Hollywood’a çevirmesinin tam zamanıydı. Trajik kahramanları neredeyse dini sembollere dönüştürerek halkın ilgisini kazandı. İmgelerini ön plana getirmesini çok iyi beceren sanatçı, kendisini de iyice gizlemiştir ve izleyenleri Andy Warhol Kim? diye sormaya başlamışlardır. Gazetecilere bir makine olmak istediğini söyleyen sanatçı, atölyesini gümüş rengine boyayarak, buraya “Fabrika” adını vermiştir. İmgelerini, bir fabrikada iş üretir gibi tekrar tekrar üretmiştir. Bu durumu hem çok ilgi çekmiş, hem de eleştirilmiştir.

1963 yılına gelindiğinde refah seviyesi oldukça yükselen sanatçı, kendisine bir film kamerası aldı ve sinemayı denemeye karar verdi. Felsefesi ise şuydu: en sıradan faaliyetleri ilgi çekici hale getirene kadar üzerine odaklan. İlk filmi “Uyku”da da bir arkadaşını 5 saat boyunca uyurken filme çekmiştir. Ofisinde bir kamera kurarak, “Empire State Binası”nı 8 saat boyunca filme almıştır. Bir kanepede öpüşen bir seri çift, sonra “Öpüşme” adlı Warhol filmine dönüşmüşlerdir. Özellikle avangard film izleyicileri bunlardan çok etkilendiler. Birçok eleştirmenin ise aklı karışmış, bu filmleri gereksiz ve anlamsız bulmuşlardır. Çünkü senaryo ve kurguya, Warhol’un filmlerinde asla yer yoktur.

Popüler kültürün bir özelliği olarak, neredeyse herkes sanatçının atölyesinde (Fabrika) bir parça olmak istiyordu. Bunların başında Velvet Underground gelmekteydi. Sanatçının atölyesindekiler, partilerin uzun sürmesi için uyarıcı, hatta uyuşturucular alıyorlardı. Fakat sanatçı çok ender uyuşturucu kullanıyor, daha çok izlemeyi tercih ediyordu. Warhol’un filmleri uyuşturucu ve seksle dolu bir dünyayı yakalamıştı; yani gerçek hayatta olmayan şeyleri. Sanatçı zihninin kocaman bir boşluk olduğunu söylüyor, onun için de diğer insanlardan fikir almayı tercih ediyordu. Onunla paylaşacak fikri olanlar girebilsin diye, Fabrika’nın kapısı sürekli açıktı. Ama ne yazık ki iyi fikirlerden başka şeyler de o kapıdan içeri girdi. Fabrika’da gitgide işler karışıyor, çoğu zaman da sanatçı karışıklıklar karşısında pasif kalmayı tercih ediyordu. 1968 yazında Warhol, Valerie Solanas isimli bir kadını “Ben, Bir Erkek” isimli film için angaje etmişti, kadın bir feministi oynayacaktı, ama rol yapmadı: 3 Haziran 1968’de bir silahla Fabrika’ya gelerek Warhol’u vurdu. Ameliyatla yaşama dönen sanatçı çok zor günler geçirdi. Warhol Fabrika’nın bu kadar tehlikeli bir hale dönüşmesinden dolayı, bu mekandan iğrenmeye başlamıştı.

Evinin yakınındaki kilisede, tıpkı çocukluğunda olduğu gibi sükunet aramaya başladı. Yine bütün yaşadıklarına rağmen 1968’de Interview isimli dergiyi yayınlamayı başardı. 1970’lerde birkaç film daha çekti, fakat profesyonelleri çalıştırınca işler yolunda gitmedi. Yanında her zaman bir kamera ve teyp bulunduruyordu. Ünü ve parası çok artmıştı ve bunları hiçbir zaman kaybetmedi. Ama sanat dünyasındaki yeri yavaş yavaş kayboluyordu. Birçok kişi onu, sanattan çok parayla ilgilenen bir sosyete portrecisi olarak görüyordu. Yerini sanat dünyasında tekrar kazanmak için 1976’da “Kafatası” ve “Travesti” serilerini yapmıştır. Fakat yine de eleştirmenler onun gerçekle bağlantısını kaybettiğini söylemişlerdir.

Partneri Johnson, Andy’yi 1980’de terk edince, sanatçı büyük bir boşluğa düştü. Kendine olan güveni giderek azalıyordu. Bir süre sonra yine canlandı ve özellikle genç sanatçılara ilham kaynağı oldu. 1987’de kronik sağlık sorunları baş göstermeye başladı. Bu yıl düzenlenen “Son Yemek” sergisinden birkaç hafta sonra da kalp krizinden hayata veda etti. Bir yıldan az bir süre sonra, sanatçının kıymetli, kıymetsiz eşyaları Sotheby’s Müzayedesi’nde satıldı.

sanatı
pop art öncesi
Bunlar genelde çizimlerdir. İlk defa 1989’da New York’taki muhteşem Warhol retrospektifinde ve 1998’de de Basel’de sergilenmiştir. Sonra da ülkemizde Aksanat’ta Warhol’un 1953-59 yılları arasındaki erken dönem illüstrasyonlarını sergilemiştir. Beate E. Becher, onun bu illüstrasyonlarının yer aldığı sergi için şunları söylemektedir: Bu sergideki oyun dolu, akıllı, etkileyici görsellerde, genç sanatçının ruhu hala hissedilebilir. Günümüzde Versace’nin koleksiyonlarında bile yansıtılan, sanat dünyasını şekillendiren stilini henüz tamamen bulmamıştır belki ama, bu erken dönem illüstrasyonları, daha sonrakiler kadar katı değildir, çok daha rafinedir. Aynı zamanda bu illüstrasyonlar, sanat camiası ve sosyetenin tam merkezinde durmuş olan içine kapanık utangaç çocuğa perde aralar (5). Gerçekten de Pop Art'a dalmadan önceki dönemde, sanatçının çizimleri epeyce rahat, o denli de reklamcılık anlayışına resim sanatının nasıl girebileceğinin göstergeleriyle doludur. İlginç olan da budur zaten. Onun içindir ki bunlarda da Becher’in söylediği gibi pop çıkmalar yok değildir ve kendinden emin bir sanatçı mizacının ürettikleri olduğunu tüm sağlamlığıyla ortaya koymaktadır. Bu dönemde stilize edilmiş melek figürleri, ayakkabı çizimleri, süslenmiş ve sanatçının idealleriyle donanmış yemek çizimleri vb. bulunmaktadır. Hatta bu çizimlerin içinde bir tanesi vardır ki elinde bir şırınga tutar ve az sonra damarına uyuşturucu zerk edecektir. Adeta gençliğin sonunu hazırlayan uyuşturucu olayına ikonalaştırma yoluyla tepki vermiştir.

pop art sürecinde
Warhol’un yapıtları, konuları devreye girince bir sözlük ortaya çıkmaktadır. Bu durum, kanımca Pop Art kapsamında yaptığı her çalışmayı ön plana getirmeye yaramıştır. 1960’dan itibaren sanatçının pop sürece girdiği genellikle kabul edilen görüştür. Çağımızın üniversal sanatçılarından biridir o. Gazeteci, ressam, fotoğrafçı, teknik ressam, dekoratör, heykeltıraş, film yönetmeni ve illüstratör’dür. 60’lı yıllardaki tüm çalışmaları -ki en önemlileri olarak Cambell’s Çorba Kutuları ve Marilyn’ler- dikkat çekici imge dünyalarıyla karşımıza gelirler. Bu resimlerde kullanılmış dizi monotonluklar önemlidir. Böylesi bir imge dizgeliği ise, ister istemez mesela, 1968’de John Coplans’ın yaptığı gibi, Monet’den Mondrian’a, oradan Reinhardt ve Stella’ya ve nihayet Warhol’a kadar sürmüş olan bir mantığın deşifre edilmesini zorunlu kılar. Warhol, özellikle çorba kutularında soyut bir zemin üzerinde, cepheden boşlukta dalgalanan kutuları alıp, renk armonisini bile aramaksızın çeşitleyebilmiştir. Kanımca 60’lar itibariyle bu çıkışa dikkat çekmeliyiz. Mesela Marilyn portreleri ölmüş insanların portrelerini yapma isteğinin de bir parçası olmuştur.

70’lerin başlarına ait Mao Portresine dikkatle bakıldığında ilginç bir şeye rastlarız. Marilyn Portrelerindeki grafik atmosfer, bu kez yerini daha farklı, hatta resmin bir yarısındaki soyut dışavurumcu atmosfere izleyiciyi çeker. Kanımca, aslında her ne kadar da soyut dışavurumculuğa bir tepki ile ortaya çıksalar da Warhol ve arkadaşları, yine de tepki verdiklerinden de etkilendiklerini ortaya koyarlar. Gerçekten Mao portresindeki dışavurumsal, agresyonlu boya sürüşleri, belki de bir daha bu denli etkileyici başka Warhol yapıtında karşımıza çıkmayacaktır. Mesela Roy Lichtenstein Portresine bakınca, burada da serigrafinin üstüne yapılan müdahaleler, sadece imgenin atmosferik tanımlamasını bozmaya yönelik dışa vurmalar şeklinde karşımıza gelir. Bu da bir tür biçim bozmadır sanki. Fakat buradaki fotoğrafik tanım bozulmalarını tam resimsel bir biçim bozma ile de karıştırmamak gerekmektedir. Böylesi bir ayrımı bize düşündüren sanatçı, bu tür resimleriyle kendine özgü bir vurgu daha geliştirmiştir. İzleyici göz, bu tür resimlerin hepsinde soyut bir zemin üzerinde yer alan tek bir imgeye dikkat kesilir ve o imgenin kendi içindeki biçimsel değişimleri yönünde izleyiciyi meşgul eder. Daha sonra farklı parçaların yan yana gelerek genel imgeler bütününe dönen resimlerde izleyici kompozisyonlarla direkt bağlantıya girer (Başta Judy Garland ve Lisa Minelli çalışması olmak üzere, Dört Marilyn ile Bıçaklar isimli yapıtlar). Genel kompozisyon dahilinde bütünden parçaya ulaşan bir mantık izler. Aynı benzeri durum Dolar İşaretleri isimli resimlerde de sürer. Garland ve Minelli resmindeki gibi 13 görüntünün yan yana gelişiyle farklı strüktürler de bir araya gelmiş olmaktadır. Her görüntünün kendi başına temsilinin farklılığı, işi daha da ilginç bir boyuta sürükler. 80’li yıllarda Bıçaklar ve Dolar İşaretleri’ndeki ortak yazgı da önemlidir. Çünkü günlük, metalaşmış, yaşama dahil olmuş formların artık sanatın içine kabulü söz konusudur. Böylece, o zamanlara dek pop sanatçıların dışında kimsenin aklına gelmeyen bu dışa vurmayla izleyiciyi yeni bir figür kabulüne itebilen ikonalar kendiliğinden, hem de bir anda ortaya çıkmışlardır. Tek başına bir Haç formunun soyut bir zemin üzerinde de değerlendirilişi söylemeye çalıştığım mantıktan başka bir şey olmasa gerektir.

Mesela sergide beni şaşırtan Mao portresinden sonraki bir diğer çalışma da Francesco Clemente ve Andy Warhol işbirliği ile ortaya konan çalışmadır. Farklı birçok eleman burada yan yana gelerek kimilerine göre de anlamsıza, kimilerine göre ise anlamlıya dönüşebilen bir mantık peşindedirler. Serginin en farklı çalışmalarından birine sebebiyet veren bu çalışma, sanat, farklı kavram, köken ve strüktürlerden oluşmuştur felsefesinin neredeyse yerli yerindeki ilk örneklerinden birine işaret eder. Aynı şey yazıyı eleman kabullenmesine iterek soyut bir zemin üzerine düzenlediği Cennet ve Cehennem isimli çalışması için de geçerlidir. Buradaki açık koyular bile izleyici dikkatinin ne yöne gidip gitmeyeceğine karar vermektedir.

1986 yılına tarihli Özgürlük Heykeli isimli çalışma da, bana göre serginin üçüncü farklı işidir; en azından doku anlayışı açısından. Bugünkü askeri kumaş desenlerine benzeyen resmin dokusu ve yapısı, ismiyle beraber, yan yana gelince özgürlük ve özgürlük karşıtını düşündürtmüyor değil, hatta militarizm ve anti militarizm olgularını da düşündürtmeden edemiyor. Warhol izleyiciyi tek imgeye yönlendirebiliyor, daha da ileri giderek bir çok imgeyle de muhatap edebiliyor. Bunların hangisine ne derece yönelebileceğimize de koyduğu ressamca tavırla kendisi karar veriyor diyebiliriz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder