1 Ocak 2014 Çarşamba
islamda minyatür ve bagdat minyatür okulu
Daha çok el yazması kitaplarda ışık gölge ve üçüncü boyut verilmeden metni açıklamak ve konuyu ayrıntılı bir biçimde betimlemek için çizilen resimlerdir.Minyatür resimler genellikle konularını o devrin devlet adamlarının savaş, tören, av ve diğer yaşantılarından alır. Bu çalışmalarda perspektif kurallarına uyulmaz; ışık ve gölgeye yer verilmez, şekiller kendi rengine uygun olarak düz boyanır. Figürler kişilerin önemine göre büyük yada küçük kapılır; süs motifleri de en ince ayrıntılarına kadar gösterilir. Minyatür resimler sulu boya ve guaş tekniğinde yapılır. Turfan, Beşbalık gibi Orta Asya şehirlerinde bulunan minyatürler, 8. yüzyılda bu sanatın Uygur Türkleri arasında çok ilerlemiş olduğunu göstermektedir.Bunu günümüze kadar ulaşan sayılı eserlerden kaynaklardan anlıyoruz.Turfan araştırmalarında ortaya çıkan ( bezeklik ve sorçuk ) duvar resimleri ve minyatürleri ilk bakışta Çin resimlerini hatırlatsa da karakteristik bir Ortaasya Türk resim üslubu olduğunu anlamaktayız.Uygurlardan bazı sanatçılar Halife Mennun zamanında 9.yy başında Bağdat'a gelerek burada ki sanat faaliyetlerine katıldıkları kaynaklardan anlaşılmaktadır.Büyük Selçuklular Döneminde de Bağdat’ta bir minyatür okulu açılmıştır.Minyatür sanatına Arap ülkelerinde ve İran’da da rastlanmaktadır. Ancak, İran’da minyatür sanatının gelişmesi, Türklerin başta bulundukları, hükümdarların Türk oldukları devirlerde gerçekleşmiştir. Türkler, özellikle coğrafya ve topoğrafya konusunda minyatürler yapmışlardır. Piri Reis, Amerika ve dünya haritası dışında, Kitab-ı Bahriye adlı yapıtında çeşitli kent ve limanların haritalarının yanı sıra, yerleşim yerlerindeki yapıların da resimlerini yapmıştır. Anadolu’da 7. yüzyılın ilk yarısından, 8. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Artuklu emirlerinin resim sanatına destek verdikleri görülmektedir. Bu dönemde görülen yapıtlardan birisi El-Sufi’nin yazdığı Suvar el-Kevak el-Sabita isimli astronomi kitabıdır. Minyatürlerde insan, hayvan ve cansız nesnelerle simgeleştirilen, yıldızların ve burçların, yüzeysel bir üslupla biçimlendirilmiş tasvirleri vardır.Anadolulu hekim Dioskorides (Dyoskorides)’in Materia Medica adlı botanik ve zooloji kitabı 6. yüzyılda Arapça’ya çevrilmiştir. Kitabü’l Haşayiş adıyla Arapça’ya çevrilen bu yapıtların resimli bir kopyası, Artuklu Emin Necmeddin Alp için hazırlanmıştır. Minyatürlerde bitki ve hayvan tasvirine, ayrıca insan figürlerine de yer verilmiştir.7. Yüzyılın ikinci yarısında Artukluların hizmetine giren mühendis El Cezer teknik buluşlarını el-Hiyel el-Hendesiye isimli kitapta toplar. Sanatçı, temeli Archimedes (Arşimet) ve sonrası bilginlerin buluşlarına dayanan yapıtlarında, suyun ve dişlilerin hareketiyle çalışan aletleri anlatır. Selçuklu Dönemine ait önemli bir diğer minyatür örneği, Varka ve Gülşah’ta yer alır. Bu kitap, Büyük Selçuklu Dönemi minyatür sanatının başyapıtıdır. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunan kitap, Ayyuki tarafından Gazneli Sultan Mahmut adına Farsça yazılmıştır. Kitabın konusu, iki akraba çocuğu olan Varka ve Gülşah arasında geçen dramatik olaylarla dolu bir aşkın hazin öyküsüdür.Varka ve Gülşah adlı mesnevinin resimli bir nüshası, 8. yüzyılda Konya’da yapılmıştır ve içerisinde 71 minyatür bulunmaktadır. Metinle ilgili minyatürler yatay frizler halinde düzenlenmiştir. Öykünün bütünü resimlerle anlatılmıştır. Simgelerin kullanıldığı resimlerde bitkiler, özellikle hayvanlar bu simgelerin başında gelir. Örneğin; tavşan şansı, tilki zeka ve kurnazlığı, kedi nankörlüğü, köpek cahilliği, horoz yakışıklılığı simgeler. Hüznün yoğun olarak yaşandığı resimlerde, bitki türlerinin çeşitlendiği görülür.Beylikler Dönemi başladığında, minyatür sanatının tam bir duraklama sürecine girdiği görülür.Osmanlı minyatür sanatının günümüze kadar ulaşan ilk örnekleri Fatih Dönemine aittir.Fatih Sultan Mehmet, batılı ressamları saraya davet ederek portresini yaptırmıştır. Bu portrelerin en ünlüsü İtalyan ressam Gentile Bellini’ye ait olanıdır. 1455 tarihli Dilsuzname adlı yapıt ilk Osmanlı minyatür örnekleri arasında yer alır. Bediuddin-i Tebriz’inin yapıtıdır. Edirne’de hazırlandığı bilinmektedir. Minyatürlerde giysiler, ağaçlar, çiçekler ve çizgiler orijinal olarak işlenmiştir.Fatih Döneminde İtalyan ressamların saraya gelmesine karşılık, bazı Türk ressamlar da yurt dışına gitmişlerdir. Bunların en tanınmışı, Fatih portresiyle tanınan Sinan Beydir.Fatih Döneminde Kelile ve Dimne , Hüsrev ve Şirin gibi edebi yapıtlarında resimlendirildiği (Minyatürlerde konu olarak hayvanların dünyası, bitkiler vb. işlenmiştir.Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemleri (9. yüzyıl sonu ve 16. yüzyıl başları) Türk minyatür sanatının yükselme dönemidir.Yavuz Sultan Selim, doğuya düzenlediği seferler sonunda, Tebriz ve Mısır’dan bazı sanatçıları ve birçok yapıtı İstanbul’a getirtmiştir. Bu olay, Osmanlı minyatür sanatının gelişmesinde ve değişik doğu üsluplarının denenmesinde oldukça etkili olmuştur.Yavuz Sultan Selim Döneminde Attar’ın, - Mantıku’t - Tayr isimli yapıtı saray nakkaş hanesinde resimlendirilmiştir. Nakkaş hane, nakış yapılan atölyelere denir.Türk minyatür sanatının kimliğine kavuşması ve zirveye ulaşması ise Kanuni Döneminde ger çekleşmiştir.Kanuni Dönemi minyatürlerinde, renk tonlarına fazla önem verilmemiştir. Renkler gölgelenmeden, karıştırılmadan kullanılmıştır. Renklerin en çok kullanılanları açık pembe, leylak, eflatun ve açık tondaki yeşiller olmuştur. Kanuni Döneminin en önemli minyatürcüsü Matrakçı Nasuh’tur. Aynı zamanda tarih yazarı da olan sanatçı, Osmanlı ordusunun seferleri sırasında geçtiği kentleri, gerçekçi bir anlayışla resimlemiştir. Sanatçının tanınmış bu yapıtı Menazil-i Sefer-i lrakeyn’dir. Yapıtın konusu, Kanuni’nin 1534-1536 yılları arasındaki lrak seferidir. Sanatçı, bu sefer sırasında konulup göçülen yerlerin kayıtlarını tutmuş, planlarını çizmiş, gördüğü mimarlık örneklerini topografik özellikleriyle belgelemiştir. Topografya, bir kara parçasının engebe ve özelliklerini kağıt üzerinde çizgilerle gösterme işidir. Dönemin diğer önemli bir yapıtı da Süleymanname’dir. Şair Arifi’nin yazdığı bu manzum yapıtta bulunan 69 minyatür beş ressamın elinden çıkmıştır.Osmanlı sanatının klasik dönemini oluşturan XVI. yüzyıl Türk minyatür sanatı, bütün yabancı sanatların etkisinden kurtulmuştur.II. Selim ve III. Murat’ın destek ve himayeleri bu sanatın daha çok gelişmesinde önemli rol oynamıştır.II. Selim Döneminin en tanınmış minyatürcüsü Nakkaş Osman’dır. Sanatçının,Nüzhet El Ahbar Der Sefer-i Sigetvar adlı yapıt için yaptığı yirmi minyatür, Türk minyatür sanatının tüm özelliklerini yansıtır.Türk minyatürleri Sultan III. Murat’ın saltanat yıllarında da gelişmeye devam eder (1574- 1595). 8u dönemde nakkaşlık gelişir. Dönemin en tanınmış sanatçıları Nakkaş Osman ve Seyyid Lokman’dır. İki sanatçının birlikte resimledikleri yapıtlar arasında Şahname-i SelimHan, Şahname-i Sultan Murad III ve Hünername gibi yapıtlar salt resimleriyle değil; cildi, tezhibi, hattı ve kitabın bütünü tasarımıyla Osmanlı ordusunun büyüklüğünün ve saray törenlerinin sayfalara geçirilerek belgelendiği örneklerdir.Yine bu dönemde Nakkaş Osman tarafından resimlenen Surname adlı yapıtın konusu Sultan III.Murad’ın oğullarının sünnet düğünüdür.Lale devri ile birlikte minyatür sanatında da batıdan etkilenme başlamıştır.Bu dönemin en büyük ustası Levni’dir. Silsilename ve Surname adlı yapıtları önemlidir.
islam sanatında minyatür
İslâm sanatında 'tasvir' olarak adlandırılan minyatür, Fransızca 'miniature' kelimesinin dilimize yerleşmiş şeklidir. Daha çok metne yardımcı bir izah unsuru olarak bulunan minyatürler, kimi zaman bir albüm içinde toplu olarak da bulubilen; suluboya, altın ve gümüş yaldız teknikleriyle yapılan, ışık, gölge ve hacim duygusu yansıtmayan küçük boyutlu resimlerdir.
İlk örneklerine eski Mısırlılar'da rastlanan minyatürler o dönemlerde papirüs, parşömen ve fildişi gibi mâlzemeler üzerine çiziliyordu.1 Anadolulu tabib Dioskorides'in [M. S. 2. yüzyıl] Materia Medica adlı botanik ve zooloji kitabının dokuzuncu yüzyılda Süryanice'ye ardından da el-Haşâiş adıyla Arapça'ya çevrilmiştir. Bu eserde altı yüzden fazla bitki, iki yüz civârında hayvan, ayrıca insan tasvirine rastlanmaktadır. Bu esere Bizans resminin tesirlerinin yansıdığı da ifâde edilmektedir. On ikinci yüzyılın ortalarında Artuklular'ın hizmetine giren mühendis Ebü'l-izz el-Cezerî yazdığı el-Hıyelü'l-Hendesiyye adlı eserinde suyun ve dişlilerin hareketiyle çalışan âletleri anlatır ve bunların tasarımlarını renklendirerek çizer. Kitapta ayrıca otomotik çalışan saatlerin, fıskiyeli havuzların, hacamat âletlerinin, şifreli kilitlerin, Artuklu saray kapıları süslemelerinin ve bazı hayvanların tasvirleri de bulunmaktadır.2
İslâm minyatürlerinin mevcut en eski örnekleri on ikinci ve on üçüncü asırlara aittir. İlk İslâm fetihlerinden sonra İran'da Zerdüştî rahiplerin elinde bulunan bazı resimli yazmaların müslüman sanatkârlara [musavvir / nakkaş] örnek teşkil etmiş olabileceği düşünülmektedir. İslâm minyatür sanatına Maniheizm'in de etki ettiği düşünülebilir. Zira Maniheist Uygur minyatürleri, figür tipleri ve kompozisyon anlayışı bakımından Selçuklu minyatürlerinin öncüsü sayılmaktadır.
Selçuklu minyatürlerinin Anadolu'ya yayılmasıyla birlikte ilk Türk-İslâm minyatür üslûbu doğmuştur. On üçüncü asır başlarında Konya'da hazırlandığı anlaşılan Ayyukî'nin Varka ve Gülşâh mesnevisindeki figürler nakkaş Abdü'l-mü'min el-Hûyî tarafından çizilmiştir. Tasvirlerde simgeler yoğun olarak kullanılmıştır. Meslelâ tavşan şansı, tilki zekâ ve kurnazlığı, köpek cahilliği, kedi nankörlüğü horoz cömertliği, çekirge yalnızlığı simgeler.3
On üçüncü asırda Konya'da Mevlânâ'nın müridlerinin de tasvire ilgilerinin varlığından söz edilmektedir. Ahmed Eflâkî Dede Menâkıbü'l-ârifîn'de Mevlânâ'nın müridi Aynüddevle'nin tasvirde eşsiz olduğu, onun kızı Gürcü Hatun'un Mevlânâ'nın ayakta durur şekilde yirmi ayrı pozunu kâğıda çizdiğini söyler.
İlhanlı ve Timurlu minyatürleri Uzakdoğu ve bilhassa Çin sanatına has bir teknikle resimlenmiştir. Bu dönem minyatürlerinde dikkat çeken husus insan ve hayvan figürlerinin küçük tutulması, tabiat tasvirlerine daha teferruatlı ve geniş yer verilmiş olmasıdır. Timurlu dönemi devlet adamlarının tarihe ve resme merakları birçok tarih kitabının yazılması ve bu kitaplara tasvirlerin yapılmasına vesile olmuştur.
Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen minyatürlerinde ise zarif figürler, manzara ve mimarî ögeler dekoratif bir tarzda yansıtılmıştır. Safevî minyatürleri büyük boyutlu ve canlı kompozisyonları ile gösterişli bir devri simgelemektedir. Bu devrin minyatürleri Sultan Muhammed, Mirza Ali, Mîr Seyyid Ali, Şeyh Muhammed, Abdüssamed gibi sanatçıların fırçasından çıkmıştır. Safevî döneminin minyatürlerinde [Tebriz ve Kazvin üslûpları] göz önünde bulundurulması gereken bir başka husus bunlardaki figürlerin oldukça zarîf, zülüflerin yanaklara inmiş, kaş ve gözlerin çekik, boynun ince, omuzların ise geniş olmasıdır. Minyatürler daha çok Şehnâme nüshalarında ve Nizamî'nin Hamse'sinde bulunmaktadır.
Osmanlı döneminde kültürel zenginliklerin Orhan Gazi döneminde başladığı söylenebilirse de minyatür sanatı daha geç devirlerde gelişmiştir. Bu gelişim süreci altı merhalede ele alınabilir:
1. Oluşum Dönemi (II. Mehmed - II. Bâyezid - I. Selim Dönemi [1451–1520])
2. Geçiş Dönemi (I. Süleyman - II. Selim Dönemi [1520–1574])
3. Klasik Dönem (III. Murad - III. Mehmed Dönemi [1574–1603])
4. Geç Klasik ve Duraklama Dönemi (XVII. yüzyıl [1603–1700])
5. İkinci Klasik Dönem (III. Ahmed dönemi ve XVIII. yüzyılın ilk yarısı [1700–1750])
6. Son Dönem (XIX. yüzyılın sonun kadar [1750-1900])4
Osmanlı'nın ikinci başşehri olan Edirne'de on beşinci yüzyılda hazırlanmış olan Bedîüddîn et-Tâcirî et-Tebrizî'nin Dilsûznâme'si, Şemsedin Muhammed b. Abdullah Nişâburî'nin kasidelerinin toplandığı Külliyât-ı Kâtibî, Ahmedî'nin İskendernâme'si erken Osmanlı minyatür üslûbunu temsil eden eserlerdir.
İstanbul'un fethinden sonra Fatih dönemi sanat, kültür ve bilim bakımından büyük gelişmelere sahne olmuştur. Fatih, Osmanlı'nın kapılarını Batı tasvir geleneğine de açarak Venedik'ten heykelci ve ressam getirtmiştir. Ressam Gentile Bellini'nin o dönemde İstanbul'da yaptığı Fatih'in yağlıboya portresi ile bugün British Museum'da bulunan bir kısım çizimleri önemlidir.
II. Bayezid dönemi İstanbul'daki minyatür ressamlığının gelişimi bakımından ehemmiyet arz eder. Bilhassa Şiraz ve Herat çığırı minyatürlerini örnek alarak daha çok yerli sanatçıların yaptıkları çalışmalarla Osmanlı minyatür sanatının oluşumunda büyük adımlar atılmıştır. II. Bayezid de babası gibi Batı kültür ve sanatıyla ilgilenmiştir.
Bu dönemde tarihçilik ve şehnamecilik de gelişme göstermiştir. İdris Bitlisî, Kemalpaşazâde, Neşrî gibi tarihçilerin eserleri yanında Muhammed b. Abdullah Nakkaş'ın çizimleri de mühimdir.
Osmanlı saray teşkilatı içinde Fatih'ten itibaren ehl-i hıref adı altında sanatçı topluluğu oluşturulmuştur. Sarayın her türlü sanat ve zenaat işlerini gören ve saraydan maaş alan bu topluluk imparatorluğun politik gücünün üst düzeye ulaştığı ve devletin hazinesinin zengin olduğu dönemde kalabalık bir kadroya sahipti. Yıllar boyunca bu topluluğun hazırladığı eserlere yapılan harcamalar ve sanatçılara ödenen ücretler göz önüne alınacak olursa saray yönetiminin, himâyesini sultan yahut vezirin yaptığı sanat eserlerinin üretiminde bu denli masrafı üstlenmesi sanat eseri üretimini yoğun devlet işlerinin bir parçası olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır.
Sarayın kitap sanatçıları nakkaşbaşının denetiminde hattatlar, nakkaşlar, renkzenler, varakzenler, cedvelkeşler, müzehhibler ve cilbendlerden oluşuyordu.5 Hattat, müzehhib, mücellid ve çıraklar gibi musavvirlerin de aldıkları maaş ve terakki maaş ve in'am defterlerine yazılmıştır. İşlerin yoğun olduğu zamanlarda yahut ehl-i hıref içinde yapılacak iş için yeterli kabiliyete sahip kişinin bulunmaması durumunda çarşı esnafı arasından ücreti karşılığında ustalar sarayda çalıştırılmıştır. Bayramlarda sultan için yapılan özel işlerde sultan eser getiren nakkaşı kaftan veya para vererek ödüllendirmiştir. Eser getiren sanatçının adı, getirdiği eserin cinsi, karşılığında ona ödenen paranın tutarı veya verilen kaftanın cinsi in'am defterine kaydedilmiştir.
Padişahlar sanatkârları sadece para ile ödüllendirmiyorlardı. Bazen onları devlet işlerinde önemli görevlere getirirlerdi. Meselâ Nakkaş Osman'ın kayınbiraderi olan Nakkaş Ali defterdarlığa kadar yükselmiştir. Nakkaş Hasan çeşitli devlet görevlerinde ilerlemiş sonunda vezirliğe kadar yükselmiş Nakkaş Hasan Paşa olmuştur.
Evliya Çelebi seyahatnamesinde dört çeşit resim sanatçısı tanıtır:
1) Esnâf-ı nakkaşân-ı cihân: Bunların kaldıkları ve çalıştıkları yerler Saray'da aslanhânenin üst katı olmakla beraber bunun dışında yüz civârı dükkânları da mevcuttur. Yine yüz kadar büyük saray nakkaşları ise kendi evlerinde çalışırlar. Bunlar geçit alaylarında tahtırevanlar üzerindeki gezici dükkânlarında eserlerini sergileyerek geçerler.
2) Esnâf-ı nakkaşân-ı musavvirân: Sayıları kırk kadar olup dört dükkânları vardır. Daha çok Şehnâme ve tarih kitaplarındaki savaş sahnelerinin minyatürlerini yaparlardı.
3) Esnâf-ı falciyân-ı musavver: Bu türde yalnız bir kaç kişi ve bir kaç dükkan vardır. Bunlar padişahları, savaşları, peygamberleri, deniz savaşlarını, Yûsuf u Züleyha, Leylâ vü Mecnûn, Ferhâd u Şîrîn vesair âşıkânı gösteren minyatürleri müşterilerine açarlar, hangi resim çıkarsa ona göre şiirler okurlar. Burada dikkat çeken husus iki san'atın iç içe olmasıdır. Bir yanda tasvir sanatı, diğer yanda sözlü anlatım sanatı. Eski Türkler ve İranlılar'da da perde-dârî yahut şemâil-gerdân denilen resimlerin önünde hikâye anlatma, meddahlık etme geleneği vardı.6
4) Esnâf-ı oymaciyân: Bunların dokuz dükkânı olup yirmi kişilerdir. Yaptıkları oymalar kitapların içinde büyük bir özenle saklanır. Oymacılar geçit alaylarında tahtırevan üzerinde geçerken makasla kâğıtları oyarak bunları kâğıtların üzerine yapıştırırlar.
Osmanlı minyatürleri sanıldığının aksine çok geniş ve zengin bir konu yelpâzesine açılır. Hazret-i Peygamber'in, hanımlarının ve kızının sûretleri dışında her çeşit resim yapılmıştır.
Safevî sultanı Şah İsmâil on dördüncü ve on beşinci yüzyıl boyunca İslâm tasvir sanatında güzel eserlerin hazırlandığı Şiraz ve yöresini Akkoyunlular'dan Herat'ı Timurlar'dan almış ve nakkaşhânenin meşhur sanatkârlarını mühim eserleriyle Safevî sarayı nakkaşhânesinde toplamıştı. Yavuz Sultan Selim 1514'te Tebriz'i Safevîler'in elinden aldığında oranın nakkaşhânesinin daha çok Horasanlı olan sanatkârlarını İstanbul'a Topkapı sarayı nakışhânesine getirtti. Bu sanatkârların İstanbul nakkaşlarına tesiri büyük olmuştur.
On altıncı yüzyılda klasik Türk minyatürünü biçimlendiren en önemli sanâtkârlardan biri Nakkaş Osman'dır. Nakkaş Osman Osmanlı minyatüründeki "özgün perspektif ve belgesel gerçeklik" anlayışının yerleşmesini sağlamıştır.7 Nakkaş Osman zaman zaman sultanların [II. Selim - III. Murad] seferlerine Şehnâmeci Lokman ile beraber katılmıştır. Lokman olayları kronolojik sıra ile yazmış, Nakkaş Osman tasvir etmiştir. Böylece Osmanlı minyatürüne tarihî belgesel gerçeklik yerleşmiştir. Bu özellik Osmanlı minyatürünü diğer İslâm minyatürlerinden ayıran en belirgin özelliklerden biridir.
Yavuz ve Kanunî devirlerinde Ali Şîr Nevâî'nin Dîvân'ı, Nizâmî'nin Hamse'si, Molla Câmî'nin Tuhfetü'l-ahrâr'ı Ârifî'nin Gûy u Çevgân'ı ve bir Selimnâme'nin resimlerle donatıldığı görülmektedir. Bu eserlerdeki minyatürlerde genellikle figürlerin cılız görüntüleriyle mütenâsip olmayan iri beyaz sarıklar, uçları sivrilerek bükülen küme çiçekler ve servi ağaçları dikkat çekmektedir.
Sultan ikinci Bayezid döneminde Enderun'a giren Nasuh b. Abdullah el-Bosnevî, 1517'de Yavuz için matematikle ilgili bir eser yazar. Sonra Mısır'a gider, orada meşhur silahşörlerle gösterilere katılır, silah ve matrak oyunundaki başarısı dolayısıyla Matrakçı diye meşhur olur. 1530'da şehzâdelerin sünnet merâsiminde hareket edebilen, duvarları nakış ve resimlerle süslü kâğıttan iki büyük hisar yapan Matrakçı Nasuh'un bu maketi çok beğenilir. Kaleme aldığı tarih kitaplarını figürsüz manzaralar ve topografik şehir görünümleriyle süsler. Mecmû-ı Menâzil'de Sultan Süleyman'ın İran Seferi'nde konulup göçülen bütün menzilleri gün gün kaydeder, yol üzerindeki konak yerlerinin mimarlık örneklerini, topografik özelliklerini yüz yirmi sekiz resimle belgeler. Matrakçı Nasuh'un tasvir sanatına getirdiği en büyük yenilik yazıyla anlatamadığını resimle anlatması, insan figürü kullanmadan sırf manzara ressamlığında çığır açması ve şehirlerin on altıncı yüzyıldaki durumlarını topografik ve planlı çizim ile fotoğraf çeker gibi belgelemesidir.
Kanunî Sultan Süleyman'dan itibâren surre alayları, Mekke ve Medine ile civâr-ı Haremeyn'in minyatürleri de ilgili eserlerde göze çarpmaya başlar. Bu dönem istinsah edilen eserlerde [Darîr'in Siyer-i Nebî'si, Talikîzâde'nin Fetihnâme-i Eğri'si, Seyyid Lokman'ın Zafernâme'si vs.] isimlerine rastlanan önemli iki nakkaş, haklarında pek bilgi bulunmayan Osman ve Hasan'dır.
Sultan birinci Ahmed döneminde tek yaprak resim ve minyatürlerin belirli bir sıraya göre yerleştirildiği yazma formatındaki murakka' yapımcılığı önem kazanmıştır. Kalender Paşa tarafından düzenlenen birinci Ahmed Albümü [TSMK, Bağdat Köşkü, nr. 408], günlük hayat sahneleriyle tek figür kadın ve erkek tiplerinin tasvir edildiği çok sayıdaki tek yaprak minyatürü içerir. Yine Kalender Paşa'nın tertip ettiği Falnâme'de [TSMK, Hazine, nr. 1703], farklı resim üslûplarını yansıtan din ulularıyla astrolojik figürlerin tasvir edildiği büyük boyutlu minyatürler bulunmaktadır.
Genel olarak tabiat tasvirlerinden ziyade padişahlar ve paşaların katıldıkları savaşlar, elçi kabulleri, padişahların avlanmaları, cirit oynamaları, ok atmaları, büyük bir merâsimle yürüyen ordu alayları, düğün şenlikleri ve padişah portreleri Osmanlı minyatür sanatkârlarının seçtikleri konuların başında gelir.8 Bütün bunlarda akla gelen ilk şey devletin dinamik gücü ve yüksek ölçüde bir sistemin varlığıdır.
İkinci Osman döneminde klasik Osmanlı minyatür üslûbundan ayrılan ve kendine has bir üslûp geliştiren Ahmed Nakşî'nin resimlediği eserler dikkat çeker. Tercüme-i Şakâyık-ı Nu'mâniyye, Şehnâme, Şehnâme-i Nâdirî bu eserlere örnek verilebilir.
On yedinci yüzyılda minyatür geleneğindeki tasvirlerin saray dışında, özellikle İstanbul'a gelen yabancılar için hazırlanan kıyâfet albümleri içerisinde tek figür resimleri olarak yaygınlaştığı görülmektedir. Bu yüzyılın ikinci yarısından günümüze ulaşan iki Silsilenâme nüshası Osmanlı padişahlarının bu devirde ikâmet ettikleri Edirne sarayında Musavvir Hasan tarafından hazırlanmıştır. Musavvir Hasan bu eserdeki dizi padişah portreleri tasvirlerinin kurgularıyla on sekizinci yüzyılın başlarında eser veren Levnî'ye öncülük etmiştir.
Levnî'nin yaptığı Kebîr Musavver Silsilenâme'deki padişah portreleri Batılılaşma dönemi Osmanlı tasvir üslûbunun ilk örnekleridir. Levnî tarafından resimlenmiş bir diğer eser Vehbî'nin Surnâme'sidir. Bu minyatürler kesitlerle verilmiş mimarî biçimler ve üst üste dizilmiş figür gruplarına sahip kompozisyonlar içerir.9
On sekizinci yüzyılda Osmanlı üslûbuna Levnî'den sonra yeni ifâde biçimleri kazandıran bir başka sanatkâr Abdullah Buhârî'dir. Onun yaptığı tek figür kadın ve erkek resimleri saray çevresi için hazırlanmış bir albümde bulunmaktadır [İÜ, TY, nr. 9364].
1750'den sonra Osmanlı minyatürü daha çok kıyâfet albümleri ve padişah portreleriyle sürmüştür. Fâzıl-ı Enderûnî'nin Hûbannâme ve Zenânnâme'sinde çeşitli kadın ve erkek kıyâfetleri, hamam safâları resmedilmiştir.
On sekizinci yüzyılın sonlarıyla on dokuzuncu yüzyılın başlarında hazırlanan kıyâfet albümleri ve sefâretnâme türündeki eserlerde yer alan resimlerin artık üç boyutlu tarzda ve sulu boya ile bazı tek figür resimlerinin kâğıt üzerine yağlı boya teknikleriyle yapılması geleneksel Osmanlı minyatürünün sona ermesine yol açmıştır. Bu dönemde Osmanlı sarayının hizmetinde bulunan Refâil ve Kostantin Kapıdağlı gibi ressamlar tuval üzerine yaptıkları padişah portrelerinin dışında kâğıt üzerine de çalışan son sanatkârlardır.
İlk örneklerine eski Mısırlılar'da rastlanan minyatürler o dönemlerde papirüs, parşömen ve fildişi gibi mâlzemeler üzerine çiziliyordu.1 Anadolulu tabib Dioskorides'in [M. S. 2. yüzyıl] Materia Medica adlı botanik ve zooloji kitabının dokuzuncu yüzyılda Süryanice'ye ardından da el-Haşâiş adıyla Arapça'ya çevrilmiştir. Bu eserde altı yüzden fazla bitki, iki yüz civârında hayvan, ayrıca insan tasvirine rastlanmaktadır. Bu esere Bizans resminin tesirlerinin yansıdığı da ifâde edilmektedir. On ikinci yüzyılın ortalarında Artuklular'ın hizmetine giren mühendis Ebü'l-izz el-Cezerî yazdığı el-Hıyelü'l-Hendesiyye adlı eserinde suyun ve dişlilerin hareketiyle çalışan âletleri anlatır ve bunların tasarımlarını renklendirerek çizer. Kitapta ayrıca otomotik çalışan saatlerin, fıskiyeli havuzların, hacamat âletlerinin, şifreli kilitlerin, Artuklu saray kapıları süslemelerinin ve bazı hayvanların tasvirleri de bulunmaktadır.2
İslâm minyatürlerinin mevcut en eski örnekleri on ikinci ve on üçüncü asırlara aittir. İlk İslâm fetihlerinden sonra İran'da Zerdüştî rahiplerin elinde bulunan bazı resimli yazmaların müslüman sanatkârlara [musavvir / nakkaş] örnek teşkil etmiş olabileceği düşünülmektedir. İslâm minyatür sanatına Maniheizm'in de etki ettiği düşünülebilir. Zira Maniheist Uygur minyatürleri, figür tipleri ve kompozisyon anlayışı bakımından Selçuklu minyatürlerinin öncüsü sayılmaktadır.
Selçuklu minyatürlerinin Anadolu'ya yayılmasıyla birlikte ilk Türk-İslâm minyatür üslûbu doğmuştur. On üçüncü asır başlarında Konya'da hazırlandığı anlaşılan Ayyukî'nin Varka ve Gülşâh mesnevisindeki figürler nakkaş Abdü'l-mü'min el-Hûyî tarafından çizilmiştir. Tasvirlerde simgeler yoğun olarak kullanılmıştır. Meslelâ tavşan şansı, tilki zekâ ve kurnazlığı, köpek cahilliği, kedi nankörlüğü horoz cömertliği, çekirge yalnızlığı simgeler.3
On üçüncü asırda Konya'da Mevlânâ'nın müridlerinin de tasvire ilgilerinin varlığından söz edilmektedir. Ahmed Eflâkî Dede Menâkıbü'l-ârifîn'de Mevlânâ'nın müridi Aynüddevle'nin tasvirde eşsiz olduğu, onun kızı Gürcü Hatun'un Mevlânâ'nın ayakta durur şekilde yirmi ayrı pozunu kâğıda çizdiğini söyler.
İlhanlı ve Timurlu minyatürleri Uzakdoğu ve bilhassa Çin sanatına has bir teknikle resimlenmiştir. Bu dönem minyatürlerinde dikkat çeken husus insan ve hayvan figürlerinin küçük tutulması, tabiat tasvirlerine daha teferruatlı ve geniş yer verilmiş olmasıdır. Timurlu dönemi devlet adamlarının tarihe ve resme merakları birçok tarih kitabının yazılması ve bu kitaplara tasvirlerin yapılmasına vesile olmuştur.
Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen minyatürlerinde ise zarif figürler, manzara ve mimarî ögeler dekoratif bir tarzda yansıtılmıştır. Safevî minyatürleri büyük boyutlu ve canlı kompozisyonları ile gösterişli bir devri simgelemektedir. Bu devrin minyatürleri Sultan Muhammed, Mirza Ali, Mîr Seyyid Ali, Şeyh Muhammed, Abdüssamed gibi sanatçıların fırçasından çıkmıştır. Safevî döneminin minyatürlerinde [Tebriz ve Kazvin üslûpları] göz önünde bulundurulması gereken bir başka husus bunlardaki figürlerin oldukça zarîf, zülüflerin yanaklara inmiş, kaş ve gözlerin çekik, boynun ince, omuzların ise geniş olmasıdır. Minyatürler daha çok Şehnâme nüshalarında ve Nizamî'nin Hamse'sinde bulunmaktadır.
Osmanlı döneminde kültürel zenginliklerin Orhan Gazi döneminde başladığı söylenebilirse de minyatür sanatı daha geç devirlerde gelişmiştir. Bu gelişim süreci altı merhalede ele alınabilir:
1. Oluşum Dönemi (II. Mehmed - II. Bâyezid - I. Selim Dönemi [1451–1520])
2. Geçiş Dönemi (I. Süleyman - II. Selim Dönemi [1520–1574])
3. Klasik Dönem (III. Murad - III. Mehmed Dönemi [1574–1603])
4. Geç Klasik ve Duraklama Dönemi (XVII. yüzyıl [1603–1700])
5. İkinci Klasik Dönem (III. Ahmed dönemi ve XVIII. yüzyılın ilk yarısı [1700–1750])
6. Son Dönem (XIX. yüzyılın sonun kadar [1750-1900])4
Osmanlı'nın ikinci başşehri olan Edirne'de on beşinci yüzyılda hazırlanmış olan Bedîüddîn et-Tâcirî et-Tebrizî'nin Dilsûznâme'si, Şemsedin Muhammed b. Abdullah Nişâburî'nin kasidelerinin toplandığı Külliyât-ı Kâtibî, Ahmedî'nin İskendernâme'si erken Osmanlı minyatür üslûbunu temsil eden eserlerdir.
İstanbul'un fethinden sonra Fatih dönemi sanat, kültür ve bilim bakımından büyük gelişmelere sahne olmuştur. Fatih, Osmanlı'nın kapılarını Batı tasvir geleneğine de açarak Venedik'ten heykelci ve ressam getirtmiştir. Ressam Gentile Bellini'nin o dönemde İstanbul'da yaptığı Fatih'in yağlıboya portresi ile bugün British Museum'da bulunan bir kısım çizimleri önemlidir.
II. Bayezid dönemi İstanbul'daki minyatür ressamlığının gelişimi bakımından ehemmiyet arz eder. Bilhassa Şiraz ve Herat çığırı minyatürlerini örnek alarak daha çok yerli sanatçıların yaptıkları çalışmalarla Osmanlı minyatür sanatının oluşumunda büyük adımlar atılmıştır. II. Bayezid de babası gibi Batı kültür ve sanatıyla ilgilenmiştir.
Bu dönemde tarihçilik ve şehnamecilik de gelişme göstermiştir. İdris Bitlisî, Kemalpaşazâde, Neşrî gibi tarihçilerin eserleri yanında Muhammed b. Abdullah Nakkaş'ın çizimleri de mühimdir.
Osmanlı saray teşkilatı içinde Fatih'ten itibaren ehl-i hıref adı altında sanatçı topluluğu oluşturulmuştur. Sarayın her türlü sanat ve zenaat işlerini gören ve saraydan maaş alan bu topluluk imparatorluğun politik gücünün üst düzeye ulaştığı ve devletin hazinesinin zengin olduğu dönemde kalabalık bir kadroya sahipti. Yıllar boyunca bu topluluğun hazırladığı eserlere yapılan harcamalar ve sanatçılara ödenen ücretler göz önüne alınacak olursa saray yönetiminin, himâyesini sultan yahut vezirin yaptığı sanat eserlerinin üretiminde bu denli masrafı üstlenmesi sanat eseri üretimini yoğun devlet işlerinin bir parçası olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır.
Sarayın kitap sanatçıları nakkaşbaşının denetiminde hattatlar, nakkaşlar, renkzenler, varakzenler, cedvelkeşler, müzehhibler ve cilbendlerden oluşuyordu.5 Hattat, müzehhib, mücellid ve çıraklar gibi musavvirlerin de aldıkları maaş ve terakki maaş ve in'am defterlerine yazılmıştır. İşlerin yoğun olduğu zamanlarda yahut ehl-i hıref içinde yapılacak iş için yeterli kabiliyete sahip kişinin bulunmaması durumunda çarşı esnafı arasından ücreti karşılığında ustalar sarayda çalıştırılmıştır. Bayramlarda sultan için yapılan özel işlerde sultan eser getiren nakkaşı kaftan veya para vererek ödüllendirmiştir. Eser getiren sanatçının adı, getirdiği eserin cinsi, karşılığında ona ödenen paranın tutarı veya verilen kaftanın cinsi in'am defterine kaydedilmiştir.
Padişahlar sanatkârları sadece para ile ödüllendirmiyorlardı. Bazen onları devlet işlerinde önemli görevlere getirirlerdi. Meselâ Nakkaş Osman'ın kayınbiraderi olan Nakkaş Ali defterdarlığa kadar yükselmiştir. Nakkaş Hasan çeşitli devlet görevlerinde ilerlemiş sonunda vezirliğe kadar yükselmiş Nakkaş Hasan Paşa olmuştur.
Evliya Çelebi seyahatnamesinde dört çeşit resim sanatçısı tanıtır:
1) Esnâf-ı nakkaşân-ı cihân: Bunların kaldıkları ve çalıştıkları yerler Saray'da aslanhânenin üst katı olmakla beraber bunun dışında yüz civârı dükkânları da mevcuttur. Yine yüz kadar büyük saray nakkaşları ise kendi evlerinde çalışırlar. Bunlar geçit alaylarında tahtırevanlar üzerindeki gezici dükkânlarında eserlerini sergileyerek geçerler.
2) Esnâf-ı nakkaşân-ı musavvirân: Sayıları kırk kadar olup dört dükkânları vardır. Daha çok Şehnâme ve tarih kitaplarındaki savaş sahnelerinin minyatürlerini yaparlardı.
3) Esnâf-ı falciyân-ı musavver: Bu türde yalnız bir kaç kişi ve bir kaç dükkan vardır. Bunlar padişahları, savaşları, peygamberleri, deniz savaşlarını, Yûsuf u Züleyha, Leylâ vü Mecnûn, Ferhâd u Şîrîn vesair âşıkânı gösteren minyatürleri müşterilerine açarlar, hangi resim çıkarsa ona göre şiirler okurlar. Burada dikkat çeken husus iki san'atın iç içe olmasıdır. Bir yanda tasvir sanatı, diğer yanda sözlü anlatım sanatı. Eski Türkler ve İranlılar'da da perde-dârî yahut şemâil-gerdân denilen resimlerin önünde hikâye anlatma, meddahlık etme geleneği vardı.6
4) Esnâf-ı oymaciyân: Bunların dokuz dükkânı olup yirmi kişilerdir. Yaptıkları oymalar kitapların içinde büyük bir özenle saklanır. Oymacılar geçit alaylarında tahtırevan üzerinde geçerken makasla kâğıtları oyarak bunları kâğıtların üzerine yapıştırırlar.
Osmanlı minyatürleri sanıldığının aksine çok geniş ve zengin bir konu yelpâzesine açılır. Hazret-i Peygamber'in, hanımlarının ve kızının sûretleri dışında her çeşit resim yapılmıştır.
Safevî sultanı Şah İsmâil on dördüncü ve on beşinci yüzyıl boyunca İslâm tasvir sanatında güzel eserlerin hazırlandığı Şiraz ve yöresini Akkoyunlular'dan Herat'ı Timurlar'dan almış ve nakkaşhânenin meşhur sanatkârlarını mühim eserleriyle Safevî sarayı nakkaşhânesinde toplamıştı. Yavuz Sultan Selim 1514'te Tebriz'i Safevîler'in elinden aldığında oranın nakkaşhânesinin daha çok Horasanlı olan sanatkârlarını İstanbul'a Topkapı sarayı nakışhânesine getirtti. Bu sanatkârların İstanbul nakkaşlarına tesiri büyük olmuştur.
On altıncı yüzyılda klasik Türk minyatürünü biçimlendiren en önemli sanâtkârlardan biri Nakkaş Osman'dır. Nakkaş Osman Osmanlı minyatüründeki "özgün perspektif ve belgesel gerçeklik" anlayışının yerleşmesini sağlamıştır.7 Nakkaş Osman zaman zaman sultanların [II. Selim - III. Murad] seferlerine Şehnâmeci Lokman ile beraber katılmıştır. Lokman olayları kronolojik sıra ile yazmış, Nakkaş Osman tasvir etmiştir. Böylece Osmanlı minyatürüne tarihî belgesel gerçeklik yerleşmiştir. Bu özellik Osmanlı minyatürünü diğer İslâm minyatürlerinden ayıran en belirgin özelliklerden biridir.
Yavuz ve Kanunî devirlerinde Ali Şîr Nevâî'nin Dîvân'ı, Nizâmî'nin Hamse'si, Molla Câmî'nin Tuhfetü'l-ahrâr'ı Ârifî'nin Gûy u Çevgân'ı ve bir Selimnâme'nin resimlerle donatıldığı görülmektedir. Bu eserlerdeki minyatürlerde genellikle figürlerin cılız görüntüleriyle mütenâsip olmayan iri beyaz sarıklar, uçları sivrilerek bükülen küme çiçekler ve servi ağaçları dikkat çekmektedir.
Sultan ikinci Bayezid döneminde Enderun'a giren Nasuh b. Abdullah el-Bosnevî, 1517'de Yavuz için matematikle ilgili bir eser yazar. Sonra Mısır'a gider, orada meşhur silahşörlerle gösterilere katılır, silah ve matrak oyunundaki başarısı dolayısıyla Matrakçı diye meşhur olur. 1530'da şehzâdelerin sünnet merâsiminde hareket edebilen, duvarları nakış ve resimlerle süslü kâğıttan iki büyük hisar yapan Matrakçı Nasuh'un bu maketi çok beğenilir. Kaleme aldığı tarih kitaplarını figürsüz manzaralar ve topografik şehir görünümleriyle süsler. Mecmû-ı Menâzil'de Sultan Süleyman'ın İran Seferi'nde konulup göçülen bütün menzilleri gün gün kaydeder, yol üzerindeki konak yerlerinin mimarlık örneklerini, topografik özelliklerini yüz yirmi sekiz resimle belgeler. Matrakçı Nasuh'un tasvir sanatına getirdiği en büyük yenilik yazıyla anlatamadığını resimle anlatması, insan figürü kullanmadan sırf manzara ressamlığında çığır açması ve şehirlerin on altıncı yüzyıldaki durumlarını topografik ve planlı çizim ile fotoğraf çeker gibi belgelemesidir.
Kanunî Sultan Süleyman'dan itibâren surre alayları, Mekke ve Medine ile civâr-ı Haremeyn'in minyatürleri de ilgili eserlerde göze çarpmaya başlar. Bu dönem istinsah edilen eserlerde [Darîr'in Siyer-i Nebî'si, Talikîzâde'nin Fetihnâme-i Eğri'si, Seyyid Lokman'ın Zafernâme'si vs.] isimlerine rastlanan önemli iki nakkaş, haklarında pek bilgi bulunmayan Osman ve Hasan'dır.
Sultan birinci Ahmed döneminde tek yaprak resim ve minyatürlerin belirli bir sıraya göre yerleştirildiği yazma formatındaki murakka' yapımcılığı önem kazanmıştır. Kalender Paşa tarafından düzenlenen birinci Ahmed Albümü [TSMK, Bağdat Köşkü, nr. 408], günlük hayat sahneleriyle tek figür kadın ve erkek tiplerinin tasvir edildiği çok sayıdaki tek yaprak minyatürü içerir. Yine Kalender Paşa'nın tertip ettiği Falnâme'de [TSMK, Hazine, nr. 1703], farklı resim üslûplarını yansıtan din ulularıyla astrolojik figürlerin tasvir edildiği büyük boyutlu minyatürler bulunmaktadır.
Genel olarak tabiat tasvirlerinden ziyade padişahlar ve paşaların katıldıkları savaşlar, elçi kabulleri, padişahların avlanmaları, cirit oynamaları, ok atmaları, büyük bir merâsimle yürüyen ordu alayları, düğün şenlikleri ve padişah portreleri Osmanlı minyatür sanatkârlarının seçtikleri konuların başında gelir.8 Bütün bunlarda akla gelen ilk şey devletin dinamik gücü ve yüksek ölçüde bir sistemin varlığıdır.
İkinci Osman döneminde klasik Osmanlı minyatür üslûbundan ayrılan ve kendine has bir üslûp geliştiren Ahmed Nakşî'nin resimlediği eserler dikkat çeker. Tercüme-i Şakâyık-ı Nu'mâniyye, Şehnâme, Şehnâme-i Nâdirî bu eserlere örnek verilebilir.
On yedinci yüzyılda minyatür geleneğindeki tasvirlerin saray dışında, özellikle İstanbul'a gelen yabancılar için hazırlanan kıyâfet albümleri içerisinde tek figür resimleri olarak yaygınlaştığı görülmektedir. Bu yüzyılın ikinci yarısından günümüze ulaşan iki Silsilenâme nüshası Osmanlı padişahlarının bu devirde ikâmet ettikleri Edirne sarayında Musavvir Hasan tarafından hazırlanmıştır. Musavvir Hasan bu eserdeki dizi padişah portreleri tasvirlerinin kurgularıyla on sekizinci yüzyılın başlarında eser veren Levnî'ye öncülük etmiştir.
Levnî'nin yaptığı Kebîr Musavver Silsilenâme'deki padişah portreleri Batılılaşma dönemi Osmanlı tasvir üslûbunun ilk örnekleridir. Levnî tarafından resimlenmiş bir diğer eser Vehbî'nin Surnâme'sidir. Bu minyatürler kesitlerle verilmiş mimarî biçimler ve üst üste dizilmiş figür gruplarına sahip kompozisyonlar içerir.9
On sekizinci yüzyılda Osmanlı üslûbuna Levnî'den sonra yeni ifâde biçimleri kazandıran bir başka sanatkâr Abdullah Buhârî'dir. Onun yaptığı tek figür kadın ve erkek resimleri saray çevresi için hazırlanmış bir albümde bulunmaktadır [İÜ, TY, nr. 9364].
1750'den sonra Osmanlı minyatürü daha çok kıyâfet albümleri ve padişah portreleriyle sürmüştür. Fâzıl-ı Enderûnî'nin Hûbannâme ve Zenânnâme'sinde çeşitli kadın ve erkek kıyâfetleri, hamam safâları resmedilmiştir.
On sekizinci yüzyılın sonlarıyla on dokuzuncu yüzyılın başlarında hazırlanan kıyâfet albümleri ve sefâretnâme türündeki eserlerde yer alan resimlerin artık üç boyutlu tarzda ve sulu boya ile bazı tek figür resimlerinin kâğıt üzerine yağlı boya teknikleriyle yapılması geleneksel Osmanlı minyatürünün sona ermesine yol açmıştır. Bu dönemde Osmanlı sarayının hizmetinde bulunan Refâil ve Kostantin Kapıdağlı gibi ressamlar tuval üzerine yaptıkları padişah portrelerinin dışında kâğıt üzerine de çalışan son sanatkârlardır.
Pop Art Sanat Akımı / Sanatçı “Andy Warhol”
andy warhol kim?
Andy Warhol yaşamının büyük bir bölümünde Pop Art isimli tavırdan yana olmuş ve böylece bu tavrın en önemli isimlerinden biri olmayı da hak etmiştir. İşte bu çok yönlü sanatçının dünyayı dolaşan gezici sergisi Yapı Kredi Bankası katkılarıyla Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde. 18 Temmuz-28 Ağustos 2001 tarihleri arasında da izlenime açık kalacak bu sergiden bir zaman önce aynı galeride, bu kez de Op Art olarak bilinen tavrın, en önemli temsilcisi olan Victor Vaserely’nin bir sergisi düzenlenmişti. Bu noktada, birbiriyle zamandaş olan iki sanat tavrının iki önemli temsilcisi 2001 yılında Türkiyeli izleyicilerle buluşmuş oldu; kanımca bu Türkiye ve Türkiye’deki plastik sanatlarla ilgilenenler için çok önemli. Sergiye paralel, bir de Galatasaray Meydanı’nda izleyicinin Pop Art’ı tanınması için pano düzenlemeler oluşturuldu. Böylece Warhol’un da içinde olduğu bir oluşumun izleyiciye anlatılması işi de yerine getirilmiş oldu. Kanımca iki hareket de birbirini besleyeceğinden çok yararlı olacaktır: Hatta açılıştan bir gün sonra bu panoları keyifle gezerken, halkın; anlayan ve anlamayanı ile panolara merakla baktığına, pano metinlerini okumaya gayret ettiklerine tanık oldum. Bu durum da, plastik sanatlar bağlamında İstiklal Caddesi’nin olumlu kullanılmasına dair iyi bir örnektir. Ayrıca, galerinin üst katında, videodan gösterilen Andy Warhol-Sınırda Bir Yaşam başlıklı bir belgesel de izlenime açık bırakılmış durumda.
Çağdaş sanatın en değişimsel grafiklerinden birine sahip olan Pop Art için söylenebilecek çok şey var. Fakat ip ucu olsun diye hemen hatırlatmalıyım ki, Yapı Dergisi’nde (1) Pop Art üzerine kapsamlı bir yazı yayınlanmıştı. Bu yazı, Warhol gibi diğer bütün önemli pop sanatçılarını temsil edici ipuçları ile donanımlıydı. Yanı sıra Warhol üzerine Amerikan Bilgi Belge Merkezi’nden sağlanabilecek önemli makaleler (2) ve bazı enformasyonlar (3) da elimizde bulunmaktadır.
yaşamı (4)
20. yüzyılın en ünlü sanatçılarından biri olan Warhol, monoton ve gri bir şehir olan Pittsburg’da, Polonya göçmeni, son derece yoksul bir ailenin oğlu olarak 1928 yılında dünyaya geldi. İlk gençlik yıllarını, yoksul bir göçmen mahallesinde geçirdi. Şamatacı ve gürültücü iki ağabeysinin aksine, genç Andy çekingen ve narindi. Özellikle annesi ona çok düşkündü.
1930’lardaki büyük bunalım döneminde oyuncak için para bulamayan anne, oğlunu resme teşvik etti. Fakat Andy, 8 yaşında bir sinir hastalığına yakalandı. Hastalığı onu çevresinden uzaklaştırdı. İletişim kurmak yerine izlemeyi tercih etti. Bir ay okuldan uzak kalınca, annesine yaklaşan Andy, annesinin ona devamlı verdiği boyama kitapları ve boyalarla resimle iyice kaynaştı. Yine annesiyle Pazar günleri gittiği kilise, çevresindeki en renkli mekandı, bu ortam onu o yıllarda çok etkilemiştir. 8 yaşındaki Andy’yi etkileyen bir başka şey de Hollywood’un şatafatlı, çok güzel ve kaygısız hali olmuştur. Annesinin getirdiği sinema dergilerine saatlerce bakar, yıldızların resimlerini keser, film kahramanlarının imzalarını almak için mektuplar gönderirdi. Hep onlar gibi ünlü ve zengin olmayı düşlemiştir. Okul arkadaşlarının portrelerini yapınca, ilk kez ünlü olmanın tadını çıkarmıştır. 14 yaşındayken artık her gün resim yapmaktadır. 1945’de Andy, ünlü Carnegie Tech Üniversitesi’ne başladı. Yakın üniversite arkadaşları onu oyuncu ve biraz da, sürekli etrafını izleyen biri olarak hatırlamaktadırlar. Kız arkadaşlarının yanında bulunmaktan zevk alan, ancak erkeklere ilgi duyan Andy, bu yanını hep gizlemiştir.
1949’un Manhattan’ı, 20 yaşındaki genç ressam Warhol için bir mıknatıs gibidir. Üniversitede, az parayla yaptığı işlerle reklam ajanslarına ve büyük mağazalara başvurdu. İlk fırsatı da Glamour dergisinin “Başarı Merdiveni” başlıklı makalesine verdiği illüstrasyonla yakaladı. Editörü yaptığından o kadar etkilendi ki, derginin aynı baskısında altı sayfa daha resimlemesini istedi. Metin editörünün Warhola yerine, Warhol ismini kullanmasıyla bu ismi hem beğenecek, hem de bundan böyle hep kullanacaktı. Ünlenmeye başladı ve ne istenirse çizdi. Tam bu sıralarda yaşadığı ortam pek iyi değildi. 1951 yılında iyi bir apartman dairesine taşındı ve annesini de yanına aldı. Birlikte 20 yıl yaşadılar. Annesi ona çok destek oldu, tuvallerini gerdi, yazılarını boyadı. Adeta onun bir asistanı gibi sürekli destek oldu. Andy’nin başarısı, 1950’lerde çok para kazanmasını sağladı. İstediği elit çevreye girmişti, fakat çok acı çekiyordu; cildi kötüleşiyor, saçı dökülüyordu. Soyut dışavurumculuğa, bir grup dağınık ve yeni sanatçıyla karşı çıktı. Bu yeni grup, kendilerini pop sanatçısı olarak tanımladılar. Popüler kültürü ele alıp onu canlı ve dikkat çekici sanata dönüştürdüler. İçsel kaygılar yerine kendi dışlarındaki dünyayı resmettiler. Savaş sonrası Amerika’nın yüzeysel ve abartılmış imgelerini kullandılar. Böylece Warhol 1960’da gözlerini pop kültürün en ünlü ikonası Coca Cola’ya çevirdi. Sonra para çizdi. 1962’de ise tüm zamanların en ünlü sanat imgelerinden birini yaratarak dünyayı şaşırttı. Bu, Campbell’s Konserve Çorbaları idi. Bununla, 1960’ların başında Amerika’nın yakaladığı ekonomik başarı ile gelen ve toplumda tüketim ürünlerine karşı oluşan aşırı bağımlılık nedeniyle çıkan kültürel tartışmalara girdi.
Warhol, sıradan bir objeyi aldı ve ona sanat dedi. Şimdi gözlerini Hollywood’a çevirmesinin tam zamanıydı. Trajik kahramanları neredeyse dini sembollere dönüştürerek halkın ilgisini kazandı. İmgelerini ön plana getirmesini çok iyi beceren sanatçı, kendisini de iyice gizlemiştir ve izleyenleri Andy Warhol Kim? diye sormaya başlamışlardır. Gazetecilere bir makine olmak istediğini söyleyen sanatçı, atölyesini gümüş rengine boyayarak, buraya “Fabrika” adını vermiştir. İmgelerini, bir fabrikada iş üretir gibi tekrar tekrar üretmiştir. Bu durumu hem çok ilgi çekmiş, hem de eleştirilmiştir.
1963 yılına gelindiğinde refah seviyesi oldukça yükselen sanatçı, kendisine bir film kamerası aldı ve sinemayı denemeye karar verdi. Felsefesi ise şuydu: en sıradan faaliyetleri ilgi çekici hale getirene kadar üzerine odaklan. İlk filmi “Uyku”da da bir arkadaşını 5 saat boyunca uyurken filme çekmiştir. Ofisinde bir kamera kurarak, “Empire State Binası”nı 8 saat boyunca filme almıştır. Bir kanepede öpüşen bir seri çift, sonra “Öpüşme” adlı Warhol filmine dönüşmüşlerdir. Özellikle avangard film izleyicileri bunlardan çok etkilendiler. Birçok eleştirmenin ise aklı karışmış, bu filmleri gereksiz ve anlamsız bulmuşlardır. Çünkü senaryo ve kurguya, Warhol’un filmlerinde asla yer yoktur.
Popüler kültürün bir özelliği olarak, neredeyse herkes sanatçının atölyesinde (Fabrika) bir parça olmak istiyordu. Bunların başında Velvet Underground gelmekteydi. Sanatçının atölyesindekiler, partilerin uzun sürmesi için uyarıcı, hatta uyuşturucular alıyorlardı. Fakat sanatçı çok ender uyuşturucu kullanıyor, daha çok izlemeyi tercih ediyordu. Warhol’un filmleri uyuşturucu ve seksle dolu bir dünyayı yakalamıştı; yani gerçek hayatta olmayan şeyleri. Sanatçı zihninin kocaman bir boşluk olduğunu söylüyor, onun için de diğer insanlardan fikir almayı tercih ediyordu. Onunla paylaşacak fikri olanlar girebilsin diye, Fabrika’nın kapısı sürekli açıktı. Ama ne yazık ki iyi fikirlerden başka şeyler de o kapıdan içeri girdi. Fabrika’da gitgide işler karışıyor, çoğu zaman da sanatçı karışıklıklar karşısında pasif kalmayı tercih ediyordu. 1968 yazında Warhol, Valerie Solanas isimli bir kadını “Ben, Bir Erkek” isimli film için angaje etmişti, kadın bir feministi oynayacaktı, ama rol yapmadı: 3 Haziran 1968’de bir silahla Fabrika’ya gelerek Warhol’u vurdu. Ameliyatla yaşama dönen sanatçı çok zor günler geçirdi. Warhol Fabrika’nın bu kadar tehlikeli bir hale dönüşmesinden dolayı, bu mekandan iğrenmeye başlamıştı.
Evinin yakınındaki kilisede, tıpkı çocukluğunda olduğu gibi sükunet aramaya başladı. Yine bütün yaşadıklarına rağmen 1968’de Interview isimli dergiyi yayınlamayı başardı. 1970’lerde birkaç film daha çekti, fakat profesyonelleri çalıştırınca işler yolunda gitmedi. Yanında her zaman bir kamera ve teyp bulunduruyordu. Ünü ve parası çok artmıştı ve bunları hiçbir zaman kaybetmedi. Ama sanat dünyasındaki yeri yavaş yavaş kayboluyordu. Birçok kişi onu, sanattan çok parayla ilgilenen bir sosyete portrecisi olarak görüyordu. Yerini sanat dünyasında tekrar kazanmak için 1976’da “Kafatası” ve “Travesti” serilerini yapmıştır. Fakat yine de eleştirmenler onun gerçekle bağlantısını kaybettiğini söylemişlerdir.
Partneri Johnson, Andy’yi 1980’de terk edince, sanatçı büyük bir boşluğa düştü. Kendine olan güveni giderek azalıyordu. Bir süre sonra yine canlandı ve özellikle genç sanatçılara ilham kaynağı oldu. 1987’de kronik sağlık sorunları baş göstermeye başladı. Bu yıl düzenlenen “Son Yemek” sergisinden birkaç hafta sonra da kalp krizinden hayata veda etti. Bir yıldan az bir süre sonra, sanatçının kıymetli, kıymetsiz eşyaları Sotheby’s Müzayedesi’nde satıldı.
sanatı
pop art öncesi
Bunlar genelde çizimlerdir. İlk defa 1989’da New York’taki muhteşem Warhol retrospektifinde ve 1998’de de Basel’de sergilenmiştir. Sonra da ülkemizde Aksanat’ta Warhol’un 1953-59 yılları arasındaki erken dönem illüstrasyonlarını sergilemiştir. Beate E. Becher, onun bu illüstrasyonlarının yer aldığı sergi için şunları söylemektedir: Bu sergideki oyun dolu, akıllı, etkileyici görsellerde, genç sanatçının ruhu hala hissedilebilir. Günümüzde Versace’nin koleksiyonlarında bile yansıtılan, sanat dünyasını şekillendiren stilini henüz tamamen bulmamıştır belki ama, bu erken dönem illüstrasyonları, daha sonrakiler kadar katı değildir, çok daha rafinedir. Aynı zamanda bu illüstrasyonlar, sanat camiası ve sosyetenin tam merkezinde durmuş olan içine kapanık utangaç çocuğa perde aralar (5). Gerçekten de Pop Art'a dalmadan önceki dönemde, sanatçının çizimleri epeyce rahat, o denli de reklamcılık anlayışına resim sanatının nasıl girebileceğinin göstergeleriyle doludur. İlginç olan da budur zaten. Onun içindir ki bunlarda da Becher’in söylediği gibi pop çıkmalar yok değildir ve kendinden emin bir sanatçı mizacının ürettikleri olduğunu tüm sağlamlığıyla ortaya koymaktadır. Bu dönemde stilize edilmiş melek figürleri, ayakkabı çizimleri, süslenmiş ve sanatçının idealleriyle donanmış yemek çizimleri vb. bulunmaktadır. Hatta bu çizimlerin içinde bir tanesi vardır ki elinde bir şırınga tutar ve az sonra damarına uyuşturucu zerk edecektir. Adeta gençliğin sonunu hazırlayan uyuşturucu olayına ikonalaştırma yoluyla tepki vermiştir.
pop art sürecinde
Warhol’un yapıtları, konuları devreye girince bir sözlük ortaya çıkmaktadır. Bu durum, kanımca Pop Art kapsamında yaptığı her çalışmayı ön plana getirmeye yaramıştır. 1960’dan itibaren sanatçının pop sürece girdiği genellikle kabul edilen görüştür. Çağımızın üniversal sanatçılarından biridir o. Gazeteci, ressam, fotoğrafçı, teknik ressam, dekoratör, heykeltıraş, film yönetmeni ve illüstratör’dür. 60’lı yıllardaki tüm çalışmaları -ki en önemlileri olarak Cambell’s Çorba Kutuları ve Marilyn’ler- dikkat çekici imge dünyalarıyla karşımıza gelirler. Bu resimlerde kullanılmış dizi monotonluklar önemlidir. Böylesi bir imge dizgeliği ise, ister istemez mesela, 1968’de John Coplans’ın yaptığı gibi, Monet’den Mondrian’a, oradan Reinhardt ve Stella’ya ve nihayet Warhol’a kadar sürmüş olan bir mantığın deşifre edilmesini zorunlu kılar. Warhol, özellikle çorba kutularında soyut bir zemin üzerinde, cepheden boşlukta dalgalanan kutuları alıp, renk armonisini bile aramaksızın çeşitleyebilmiştir. Kanımca 60’lar itibariyle bu çıkışa dikkat çekmeliyiz. Mesela Marilyn portreleri ölmüş insanların portrelerini yapma isteğinin de bir parçası olmuştur.
70’lerin başlarına ait Mao Portresine dikkatle bakıldığında ilginç bir şeye rastlarız. Marilyn Portrelerindeki grafik atmosfer, bu kez yerini daha farklı, hatta resmin bir yarısındaki soyut dışavurumcu atmosfere izleyiciyi çeker. Kanımca, aslında her ne kadar da soyut dışavurumculuğa bir tepki ile ortaya çıksalar da Warhol ve arkadaşları, yine de tepki verdiklerinden de etkilendiklerini ortaya koyarlar. Gerçekten Mao portresindeki dışavurumsal, agresyonlu boya sürüşleri, belki de bir daha bu denli etkileyici başka Warhol yapıtında karşımıza çıkmayacaktır. Mesela Roy Lichtenstein Portresine bakınca, burada da serigrafinin üstüne yapılan müdahaleler, sadece imgenin atmosferik tanımlamasını bozmaya yönelik dışa vurmalar şeklinde karşımıza gelir. Bu da bir tür biçim bozmadır sanki. Fakat buradaki fotoğrafik tanım bozulmalarını tam resimsel bir biçim bozma ile de karıştırmamak gerekmektedir. Böylesi bir ayrımı bize düşündüren sanatçı, bu tür resimleriyle kendine özgü bir vurgu daha geliştirmiştir. İzleyici göz, bu tür resimlerin hepsinde soyut bir zemin üzerinde yer alan tek bir imgeye dikkat kesilir ve o imgenin kendi içindeki biçimsel değişimleri yönünde izleyiciyi meşgul eder. Daha sonra farklı parçaların yan yana gelerek genel imgeler bütününe dönen resimlerde izleyici kompozisyonlarla direkt bağlantıya girer (Başta Judy Garland ve Lisa Minelli çalışması olmak üzere, Dört Marilyn ile Bıçaklar isimli yapıtlar). Genel kompozisyon dahilinde bütünden parçaya ulaşan bir mantık izler. Aynı benzeri durum Dolar İşaretleri isimli resimlerde de sürer. Garland ve Minelli resmindeki gibi 13 görüntünün yan yana gelişiyle farklı strüktürler de bir araya gelmiş olmaktadır. Her görüntünün kendi başına temsilinin farklılığı, işi daha da ilginç bir boyuta sürükler. 80’li yıllarda Bıçaklar ve Dolar İşaretleri’ndeki ortak yazgı da önemlidir. Çünkü günlük, metalaşmış, yaşama dahil olmuş formların artık sanatın içine kabulü söz konusudur. Böylece, o zamanlara dek pop sanatçıların dışında kimsenin aklına gelmeyen bu dışa vurmayla izleyiciyi yeni bir figür kabulüne itebilen ikonalar kendiliğinden, hem de bir anda ortaya çıkmışlardır. Tek başına bir Haç formunun soyut bir zemin üzerinde de değerlendirilişi söylemeye çalıştığım mantıktan başka bir şey olmasa gerektir.
Mesela sergide beni şaşırtan Mao portresinden sonraki bir diğer çalışma da Francesco Clemente ve Andy Warhol işbirliği ile ortaya konan çalışmadır. Farklı birçok eleman burada yan yana gelerek kimilerine göre de anlamsıza, kimilerine göre ise anlamlıya dönüşebilen bir mantık peşindedirler. Serginin en farklı çalışmalarından birine sebebiyet veren bu çalışma, sanat, farklı kavram, köken ve strüktürlerden oluşmuştur felsefesinin neredeyse yerli yerindeki ilk örneklerinden birine işaret eder. Aynı şey yazıyı eleman kabullenmesine iterek soyut bir zemin üzerine düzenlediği Cennet ve Cehennem isimli çalışması için de geçerlidir. Buradaki açık koyular bile izleyici dikkatinin ne yöne gidip gitmeyeceğine karar vermektedir.
1986 yılına tarihli Özgürlük Heykeli isimli çalışma da, bana göre serginin üçüncü farklı işidir; en azından doku anlayışı açısından. Bugünkü askeri kumaş desenlerine benzeyen resmin dokusu ve yapısı, ismiyle beraber, yan yana gelince özgürlük ve özgürlük karşıtını düşündürtmüyor değil, hatta militarizm ve anti militarizm olgularını da düşündürtmeden edemiyor. Warhol izleyiciyi tek imgeye yönlendirebiliyor, daha da ileri giderek bir çok imgeyle de muhatap edebiliyor. Bunların hangisine ne derece yönelebileceğimize de koyduğu ressamca tavırla kendisi karar veriyor diyebiliriz.
Çağdaş sanatın en değişimsel grafiklerinden birine sahip olan Pop Art için söylenebilecek çok şey var. Fakat ip ucu olsun diye hemen hatırlatmalıyım ki, Yapı Dergisi’nde (1) Pop Art üzerine kapsamlı bir yazı yayınlanmıştı. Bu yazı, Warhol gibi diğer bütün önemli pop sanatçılarını temsil edici ipuçları ile donanımlıydı. Yanı sıra Warhol üzerine Amerikan Bilgi Belge Merkezi’nden sağlanabilecek önemli makaleler (2) ve bazı enformasyonlar (3) da elimizde bulunmaktadır.
yaşamı (4)
20. yüzyılın en ünlü sanatçılarından biri olan Warhol, monoton ve gri bir şehir olan Pittsburg’da, Polonya göçmeni, son derece yoksul bir ailenin oğlu olarak 1928 yılında dünyaya geldi. İlk gençlik yıllarını, yoksul bir göçmen mahallesinde geçirdi. Şamatacı ve gürültücü iki ağabeysinin aksine, genç Andy çekingen ve narindi. Özellikle annesi ona çok düşkündü.
1930’lardaki büyük bunalım döneminde oyuncak için para bulamayan anne, oğlunu resme teşvik etti. Fakat Andy, 8 yaşında bir sinir hastalığına yakalandı. Hastalığı onu çevresinden uzaklaştırdı. İletişim kurmak yerine izlemeyi tercih etti. Bir ay okuldan uzak kalınca, annesine yaklaşan Andy, annesinin ona devamlı verdiği boyama kitapları ve boyalarla resimle iyice kaynaştı. Yine annesiyle Pazar günleri gittiği kilise, çevresindeki en renkli mekandı, bu ortam onu o yıllarda çok etkilemiştir. 8 yaşındaki Andy’yi etkileyen bir başka şey de Hollywood’un şatafatlı, çok güzel ve kaygısız hali olmuştur. Annesinin getirdiği sinema dergilerine saatlerce bakar, yıldızların resimlerini keser, film kahramanlarının imzalarını almak için mektuplar gönderirdi. Hep onlar gibi ünlü ve zengin olmayı düşlemiştir. Okul arkadaşlarının portrelerini yapınca, ilk kez ünlü olmanın tadını çıkarmıştır. 14 yaşındayken artık her gün resim yapmaktadır. 1945’de Andy, ünlü Carnegie Tech Üniversitesi’ne başladı. Yakın üniversite arkadaşları onu oyuncu ve biraz da, sürekli etrafını izleyen biri olarak hatırlamaktadırlar. Kız arkadaşlarının yanında bulunmaktan zevk alan, ancak erkeklere ilgi duyan Andy, bu yanını hep gizlemiştir.
1949’un Manhattan’ı, 20 yaşındaki genç ressam Warhol için bir mıknatıs gibidir. Üniversitede, az parayla yaptığı işlerle reklam ajanslarına ve büyük mağazalara başvurdu. İlk fırsatı da Glamour dergisinin “Başarı Merdiveni” başlıklı makalesine verdiği illüstrasyonla yakaladı. Editörü yaptığından o kadar etkilendi ki, derginin aynı baskısında altı sayfa daha resimlemesini istedi. Metin editörünün Warhola yerine, Warhol ismini kullanmasıyla bu ismi hem beğenecek, hem de bundan böyle hep kullanacaktı. Ünlenmeye başladı ve ne istenirse çizdi. Tam bu sıralarda yaşadığı ortam pek iyi değildi. 1951 yılında iyi bir apartman dairesine taşındı ve annesini de yanına aldı. Birlikte 20 yıl yaşadılar. Annesi ona çok destek oldu, tuvallerini gerdi, yazılarını boyadı. Adeta onun bir asistanı gibi sürekli destek oldu. Andy’nin başarısı, 1950’lerde çok para kazanmasını sağladı. İstediği elit çevreye girmişti, fakat çok acı çekiyordu; cildi kötüleşiyor, saçı dökülüyordu. Soyut dışavurumculuğa, bir grup dağınık ve yeni sanatçıyla karşı çıktı. Bu yeni grup, kendilerini pop sanatçısı olarak tanımladılar. Popüler kültürü ele alıp onu canlı ve dikkat çekici sanata dönüştürdüler. İçsel kaygılar yerine kendi dışlarındaki dünyayı resmettiler. Savaş sonrası Amerika’nın yüzeysel ve abartılmış imgelerini kullandılar. Böylece Warhol 1960’da gözlerini pop kültürün en ünlü ikonası Coca Cola’ya çevirdi. Sonra para çizdi. 1962’de ise tüm zamanların en ünlü sanat imgelerinden birini yaratarak dünyayı şaşırttı. Bu, Campbell’s Konserve Çorbaları idi. Bununla, 1960’ların başında Amerika’nın yakaladığı ekonomik başarı ile gelen ve toplumda tüketim ürünlerine karşı oluşan aşırı bağımlılık nedeniyle çıkan kültürel tartışmalara girdi.
Warhol, sıradan bir objeyi aldı ve ona sanat dedi. Şimdi gözlerini Hollywood’a çevirmesinin tam zamanıydı. Trajik kahramanları neredeyse dini sembollere dönüştürerek halkın ilgisini kazandı. İmgelerini ön plana getirmesini çok iyi beceren sanatçı, kendisini de iyice gizlemiştir ve izleyenleri Andy Warhol Kim? diye sormaya başlamışlardır. Gazetecilere bir makine olmak istediğini söyleyen sanatçı, atölyesini gümüş rengine boyayarak, buraya “Fabrika” adını vermiştir. İmgelerini, bir fabrikada iş üretir gibi tekrar tekrar üretmiştir. Bu durumu hem çok ilgi çekmiş, hem de eleştirilmiştir.
1963 yılına gelindiğinde refah seviyesi oldukça yükselen sanatçı, kendisine bir film kamerası aldı ve sinemayı denemeye karar verdi. Felsefesi ise şuydu: en sıradan faaliyetleri ilgi çekici hale getirene kadar üzerine odaklan. İlk filmi “Uyku”da da bir arkadaşını 5 saat boyunca uyurken filme çekmiştir. Ofisinde bir kamera kurarak, “Empire State Binası”nı 8 saat boyunca filme almıştır. Bir kanepede öpüşen bir seri çift, sonra “Öpüşme” adlı Warhol filmine dönüşmüşlerdir. Özellikle avangard film izleyicileri bunlardan çok etkilendiler. Birçok eleştirmenin ise aklı karışmış, bu filmleri gereksiz ve anlamsız bulmuşlardır. Çünkü senaryo ve kurguya, Warhol’un filmlerinde asla yer yoktur.
Popüler kültürün bir özelliği olarak, neredeyse herkes sanatçının atölyesinde (Fabrika) bir parça olmak istiyordu. Bunların başında Velvet Underground gelmekteydi. Sanatçının atölyesindekiler, partilerin uzun sürmesi için uyarıcı, hatta uyuşturucular alıyorlardı. Fakat sanatçı çok ender uyuşturucu kullanıyor, daha çok izlemeyi tercih ediyordu. Warhol’un filmleri uyuşturucu ve seksle dolu bir dünyayı yakalamıştı; yani gerçek hayatta olmayan şeyleri. Sanatçı zihninin kocaman bir boşluk olduğunu söylüyor, onun için de diğer insanlardan fikir almayı tercih ediyordu. Onunla paylaşacak fikri olanlar girebilsin diye, Fabrika’nın kapısı sürekli açıktı. Ama ne yazık ki iyi fikirlerden başka şeyler de o kapıdan içeri girdi. Fabrika’da gitgide işler karışıyor, çoğu zaman da sanatçı karışıklıklar karşısında pasif kalmayı tercih ediyordu. 1968 yazında Warhol, Valerie Solanas isimli bir kadını “Ben, Bir Erkek” isimli film için angaje etmişti, kadın bir feministi oynayacaktı, ama rol yapmadı: 3 Haziran 1968’de bir silahla Fabrika’ya gelerek Warhol’u vurdu. Ameliyatla yaşama dönen sanatçı çok zor günler geçirdi. Warhol Fabrika’nın bu kadar tehlikeli bir hale dönüşmesinden dolayı, bu mekandan iğrenmeye başlamıştı.
Evinin yakınındaki kilisede, tıpkı çocukluğunda olduğu gibi sükunet aramaya başladı. Yine bütün yaşadıklarına rağmen 1968’de Interview isimli dergiyi yayınlamayı başardı. 1970’lerde birkaç film daha çekti, fakat profesyonelleri çalıştırınca işler yolunda gitmedi. Yanında her zaman bir kamera ve teyp bulunduruyordu. Ünü ve parası çok artmıştı ve bunları hiçbir zaman kaybetmedi. Ama sanat dünyasındaki yeri yavaş yavaş kayboluyordu. Birçok kişi onu, sanattan çok parayla ilgilenen bir sosyete portrecisi olarak görüyordu. Yerini sanat dünyasında tekrar kazanmak için 1976’da “Kafatası” ve “Travesti” serilerini yapmıştır. Fakat yine de eleştirmenler onun gerçekle bağlantısını kaybettiğini söylemişlerdir.
Partneri Johnson, Andy’yi 1980’de terk edince, sanatçı büyük bir boşluğa düştü. Kendine olan güveni giderek azalıyordu. Bir süre sonra yine canlandı ve özellikle genç sanatçılara ilham kaynağı oldu. 1987’de kronik sağlık sorunları baş göstermeye başladı. Bu yıl düzenlenen “Son Yemek” sergisinden birkaç hafta sonra da kalp krizinden hayata veda etti. Bir yıldan az bir süre sonra, sanatçının kıymetli, kıymetsiz eşyaları Sotheby’s Müzayedesi’nde satıldı.
sanatı
pop art öncesi
Bunlar genelde çizimlerdir. İlk defa 1989’da New York’taki muhteşem Warhol retrospektifinde ve 1998’de de Basel’de sergilenmiştir. Sonra da ülkemizde Aksanat’ta Warhol’un 1953-59 yılları arasındaki erken dönem illüstrasyonlarını sergilemiştir. Beate E. Becher, onun bu illüstrasyonlarının yer aldığı sergi için şunları söylemektedir: Bu sergideki oyun dolu, akıllı, etkileyici görsellerde, genç sanatçının ruhu hala hissedilebilir. Günümüzde Versace’nin koleksiyonlarında bile yansıtılan, sanat dünyasını şekillendiren stilini henüz tamamen bulmamıştır belki ama, bu erken dönem illüstrasyonları, daha sonrakiler kadar katı değildir, çok daha rafinedir. Aynı zamanda bu illüstrasyonlar, sanat camiası ve sosyetenin tam merkezinde durmuş olan içine kapanık utangaç çocuğa perde aralar (5). Gerçekten de Pop Art'a dalmadan önceki dönemde, sanatçının çizimleri epeyce rahat, o denli de reklamcılık anlayışına resim sanatının nasıl girebileceğinin göstergeleriyle doludur. İlginç olan da budur zaten. Onun içindir ki bunlarda da Becher’in söylediği gibi pop çıkmalar yok değildir ve kendinden emin bir sanatçı mizacının ürettikleri olduğunu tüm sağlamlığıyla ortaya koymaktadır. Bu dönemde stilize edilmiş melek figürleri, ayakkabı çizimleri, süslenmiş ve sanatçının idealleriyle donanmış yemek çizimleri vb. bulunmaktadır. Hatta bu çizimlerin içinde bir tanesi vardır ki elinde bir şırınga tutar ve az sonra damarına uyuşturucu zerk edecektir. Adeta gençliğin sonunu hazırlayan uyuşturucu olayına ikonalaştırma yoluyla tepki vermiştir.
pop art sürecinde
Warhol’un yapıtları, konuları devreye girince bir sözlük ortaya çıkmaktadır. Bu durum, kanımca Pop Art kapsamında yaptığı her çalışmayı ön plana getirmeye yaramıştır. 1960’dan itibaren sanatçının pop sürece girdiği genellikle kabul edilen görüştür. Çağımızın üniversal sanatçılarından biridir o. Gazeteci, ressam, fotoğrafçı, teknik ressam, dekoratör, heykeltıraş, film yönetmeni ve illüstratör’dür. 60’lı yıllardaki tüm çalışmaları -ki en önemlileri olarak Cambell’s Çorba Kutuları ve Marilyn’ler- dikkat çekici imge dünyalarıyla karşımıza gelirler. Bu resimlerde kullanılmış dizi monotonluklar önemlidir. Böylesi bir imge dizgeliği ise, ister istemez mesela, 1968’de John Coplans’ın yaptığı gibi, Monet’den Mondrian’a, oradan Reinhardt ve Stella’ya ve nihayet Warhol’a kadar sürmüş olan bir mantığın deşifre edilmesini zorunlu kılar. Warhol, özellikle çorba kutularında soyut bir zemin üzerinde, cepheden boşlukta dalgalanan kutuları alıp, renk armonisini bile aramaksızın çeşitleyebilmiştir. Kanımca 60’lar itibariyle bu çıkışa dikkat çekmeliyiz. Mesela Marilyn portreleri ölmüş insanların portrelerini yapma isteğinin de bir parçası olmuştur.
70’lerin başlarına ait Mao Portresine dikkatle bakıldığında ilginç bir şeye rastlarız. Marilyn Portrelerindeki grafik atmosfer, bu kez yerini daha farklı, hatta resmin bir yarısındaki soyut dışavurumcu atmosfere izleyiciyi çeker. Kanımca, aslında her ne kadar da soyut dışavurumculuğa bir tepki ile ortaya çıksalar da Warhol ve arkadaşları, yine de tepki verdiklerinden de etkilendiklerini ortaya koyarlar. Gerçekten Mao portresindeki dışavurumsal, agresyonlu boya sürüşleri, belki de bir daha bu denli etkileyici başka Warhol yapıtında karşımıza çıkmayacaktır. Mesela Roy Lichtenstein Portresine bakınca, burada da serigrafinin üstüne yapılan müdahaleler, sadece imgenin atmosferik tanımlamasını bozmaya yönelik dışa vurmalar şeklinde karşımıza gelir. Bu da bir tür biçim bozmadır sanki. Fakat buradaki fotoğrafik tanım bozulmalarını tam resimsel bir biçim bozma ile de karıştırmamak gerekmektedir. Böylesi bir ayrımı bize düşündüren sanatçı, bu tür resimleriyle kendine özgü bir vurgu daha geliştirmiştir. İzleyici göz, bu tür resimlerin hepsinde soyut bir zemin üzerinde yer alan tek bir imgeye dikkat kesilir ve o imgenin kendi içindeki biçimsel değişimleri yönünde izleyiciyi meşgul eder. Daha sonra farklı parçaların yan yana gelerek genel imgeler bütününe dönen resimlerde izleyici kompozisyonlarla direkt bağlantıya girer (Başta Judy Garland ve Lisa Minelli çalışması olmak üzere, Dört Marilyn ile Bıçaklar isimli yapıtlar). Genel kompozisyon dahilinde bütünden parçaya ulaşan bir mantık izler. Aynı benzeri durum Dolar İşaretleri isimli resimlerde de sürer. Garland ve Minelli resmindeki gibi 13 görüntünün yan yana gelişiyle farklı strüktürler de bir araya gelmiş olmaktadır. Her görüntünün kendi başına temsilinin farklılığı, işi daha da ilginç bir boyuta sürükler. 80’li yıllarda Bıçaklar ve Dolar İşaretleri’ndeki ortak yazgı da önemlidir. Çünkü günlük, metalaşmış, yaşama dahil olmuş formların artık sanatın içine kabulü söz konusudur. Böylece, o zamanlara dek pop sanatçıların dışında kimsenin aklına gelmeyen bu dışa vurmayla izleyiciyi yeni bir figür kabulüne itebilen ikonalar kendiliğinden, hem de bir anda ortaya çıkmışlardır. Tek başına bir Haç formunun soyut bir zemin üzerinde de değerlendirilişi söylemeye çalıştığım mantıktan başka bir şey olmasa gerektir.
Mesela sergide beni şaşırtan Mao portresinden sonraki bir diğer çalışma da Francesco Clemente ve Andy Warhol işbirliği ile ortaya konan çalışmadır. Farklı birçok eleman burada yan yana gelerek kimilerine göre de anlamsıza, kimilerine göre ise anlamlıya dönüşebilen bir mantık peşindedirler. Serginin en farklı çalışmalarından birine sebebiyet veren bu çalışma, sanat, farklı kavram, köken ve strüktürlerden oluşmuştur felsefesinin neredeyse yerli yerindeki ilk örneklerinden birine işaret eder. Aynı şey yazıyı eleman kabullenmesine iterek soyut bir zemin üzerine düzenlediği Cennet ve Cehennem isimli çalışması için de geçerlidir. Buradaki açık koyular bile izleyici dikkatinin ne yöne gidip gitmeyeceğine karar vermektedir.
1986 yılına tarihli Özgürlük Heykeli isimli çalışma da, bana göre serginin üçüncü farklı işidir; en azından doku anlayışı açısından. Bugünkü askeri kumaş desenlerine benzeyen resmin dokusu ve yapısı, ismiyle beraber, yan yana gelince özgürlük ve özgürlük karşıtını düşündürtmüyor değil, hatta militarizm ve anti militarizm olgularını da düşündürtmeden edemiyor. Warhol izleyiciyi tek imgeye yönlendirebiliyor, daha da ileri giderek bir çok imgeyle de muhatap edebiliyor. Bunların hangisine ne derece yönelebileceğimize de koyduğu ressamca tavırla kendisi karar veriyor diyebiliriz.
Pop Art Sanat Akımı / Sanatçı “Andy Warhol”
Pop Art Sanat Akımı / Sanatçı “Andy Warhol” İLE İLGİLİ SOSYAL DÜŞÜNCELER
“Fazla düşünme sadece sanat yap. Bırak insanlar eserlerinin iyi olup olmadığına; onları sevip sevmediklerine karar versinler. Onlar karar vermeye çalışırken sen daha fazla sanat üret.”
Sanat üretirken sanatçılar çoğunlukla beğeni kaygısı taşırlar. Bu sanatın çeşitli alanlarında ürün veren hemen herkesin yaşadığı bir durumdur ve gayet doğaldır. Ancak bir süre sonra herkes beğensin düşüncesiyle sanat yapmak kaliteyi yükselteceği yerde düşürebilir, yaratıcılığı törpüleyebilir. Dünya sanat mirası, değeri sonradan anlaşılmış sayısız sanatçıyla doludur ve bu insanların çoğunun eserleri yapıldıkları dönemde beğeni uyandırmamış, ilgi çekememiştir.
Pop Art akımının babası sayılan Andy Warhol’un çalışmalarında bu beğeni kaygısına pek rastlanmaz. Andy Warhol çalışmalarına kendi istek ve estetik duygularının doğrultusunda şekillendirmiştir. Buna karşın eserleri yaşadığı dönemde büyük ilgi çekmiş, onu 60-70’li yılların en önemli ve en çok tanınan sanat ikonlarından biri haline getirmiştir.
1960’lere gelindiğinde fotoğraf ve diğer toplumsal olgulara bağlı kendini kendine dert edinen modernist resim, hayatla bağlarını öylesi koparmıştır ki, dönemin isimleri bu seçkinciliğe, yüksek sanat oluşa karşı bir durum geliştirdiler. Resme ait dokuyu, rengi tema olarak alma fikrine, hatta, en önemlisi sanatçı öznenin kendini yapıtta ortaya koyma fikrine karşı bir tavır geliştirmiştir. Bu tavır Pop Art akımının temelinin oluşmasına vesile olur. Pop Art, II. Dünya savaşından sonra meydana gelen köklü değişimlerin bir getirisidir. Tüketimi çekici hale getirmek için reklamlar, renkli afişler, hatta resimli dergi ve romanlar kullanılmaya başlanır. Pop Art Sanatı tüketime yardımcı bir reklam aracı olarak doğar, gelişir. Temel yönelimi endüstri günlük tüketim eşyalarını kitlesel iletişim teknikleriyle betimlemektir. Bu tür objeleri çevreden yalıtıp abartılı boyutlarda resmeder. Genellikle resimli roman ya da reklamcılık teknikleri kullanır. Konular hamburgerden konserve kutusuna kadar değişir. Kısacası Pop Art’ın konusu olan öğeler günlük yaşamda karşımıza çıkan her türlü nesne olabilmektedir. Pop Art resim sanatına yakın durmasına rağmen fotoğraf sanatına da ciddi etkileri olmuştur.
Andy Warhol , bu dönemin sanatçılardandır. Fotoğrafları, o günün sosyal gerçeklerine ait görsellere yer verir. Bu yer verme eylemi, fotoğrafı resimleri içine dahil ederek gerçekleşir. 6 Ağustos 1928 tarihinde Amerika’da doğan Andy Warhol, 22 Şubat 1987 yılında ölmüştür. Fotoğraf sanatçısı, ressam, film yapımcısı ve yayıncı olarak görev yapan Warhol, Pop Art akımını en önemli temsilcilerinden kabul edilir. Seri üretimin, seri üretim nesnelerinin sıkça kullanıldığı bir sanat türünü kullanır. Sanatçı, resimlerini afiş tekniği ile çoğaltmıştır. Bu radikallik aslında bir tepkidir ve çağın toplumsal olaylarıyla bir bütünlük içindedir. Warhol görüntüyü tasarım içinde çoğaltarak oluştururken (aynı karede aynı görüntünün pek çok defa kullanılması),fotoğrafları renk yoğunluğu bakımından oldukça doyurucudur.
Dönemin ünlü müzik ikonları John Lennon, Mick Jagger’i siyah beyaz fotoğraflamış ve bu fotoğraflar akılda kalıcı eserler olarak benimsenmiştir. Parlak renklerle adeta badana yapılmış Marilyn Monroe, Elvis Presley, Elizabeth Taylor portreleri büyük sansasyon yaratır, Lou Reed’in adıyla anılan rock grubu Velvet Underground’un ilk albümlerinin kapaklarını tasarlar, Coca Cola şişelerini, Campbell’s çorbalarının ve Heinz ketçaplarının kutularını boyar. Tüketim toplumu olarak bilinen kavram, Warhol için tükenmek bilmeyen bir esin kaynağıdır, bu oburluğu küçümsemek komik olur, zira bütün bu sanat eserleri daha sonra koleksiyonlarda, galerilerde ve hatta müzelerde baş tacı edilir. Warhol’un “Marilynler” adlı eseri bir Pop Art ikonu olmuştur.
Warhol’un eserleri kendisi öldükten sonra dahi ticari değerini korumuştur. 2011 yılında eserleri bütün dünyadaki çağdaş sanat pazarının yüzde 17′sini oluşturmuş olup insanlara mezarından bir senede toplam 313 milyon dolar kazandırmıştır.
Bu 2010’a göre %229’luk bir artıştır ve görünen o ki hiçbir şey krizden Warhol’unki kadar bir ivmeyle çıkmamıştır. 1985 ile 2011 arasında ortalama bir Warhol eserinin fiyatı %3400 artmıştır.Andy Warhol’un eserleri 20. yüzyılın popüler kültürüne damga vurmuştur ve en çok kazandıran yatırım araçlarından birine dönüşmüştür. Ama daha da önemlisi beğeni kavramını yeniden masaya yatırarak yaratıcılığı beğeninin önünde konumlandırmış, kendi dönemindeki daha genç sanatçıları da cesur olmaları konusunda cesaretlendirmiştir.
Pop Art Sanat Akımı / Sanatçı ''Andy Warhol''
POP ART
II. Dünya savaşından sonra meydana gelen köklü değişimlerin bir getirisidir. Tüketimi çekici hale getirmek için reklamlar, renkli afişler, hatta resimli dergi ve romanlar kullanılmaya başlanır. Pop Art Sanatı tüketime yardımcı bir reklam aracı olarak doğar, gelişir.
Claes Oldenburg bu sanatın öncüsü olmuştur.
20. yüzyılın en sıra dışı sanat hareketi kübizm ve pop art'tı; her ikisi de dönemlerinin kabul gören ve gün geçtikçe rutinleşen sanat akımlarına karşı oluşmuş olan isyanın meyveleriydi.
Kübizm, ekspresyonistlerin fazla uysal ve teslimiyetçi olduklarını söyleyerek ortaya çıkmış, pop art ise soyut sanatın yapmacıklıktan yıkıldığını iddia ederek patlamıştı, aynen verdiği ses gibi: Pop!
Bu, bazılarına göre ‘popüler' kelimesinin özeti iken, bazıları için patlayan bir şampanyanın çıkardığı sesi ifade ediyordu. Çok da yanlış bir tanımlama değil aslına bakarsanız, ama o dönemde çıkardığı gürültüyü göz önüne aldığınızda şampanya bile hafif kalır.
Pop art'ın hikayesi 1956'da İngiltere'de başlar:
Dönemin çılgın sanatçılarından Richard Hamilton, bilmecemsi, karmaşık, acayip bir kolaj yapar ve adını da “Just what is that makes today's homes so different, so appealing?” koyar. Tablodaki her şey son derece alaycı ve ironiktir; modern dünyayı simgeleyen garip eşyalarla dolu bir salonun ortasında kas manyağı olmuş bir adam durmaktadır, elinde muhtemelen halter niyetine taşıdığı dev bir topitop vardır, kanepede ise kafasına abajur geçirmiş çıplak bir arka sayfa güzeli sakin sakin hayallere dalmıştır.
O dönem için son derece aykırı bir çalışmadır bu; pek çok insan nefesini tutar ve merakla neler olacağını beklemeye başlar.
Beklenen patlama 60'larda Amerika'dan gelir. O günlerde pek popüler olan sadelik kumkuması minimalizm, böyle renkli ve canlı bir akımın karşısında fazla bir şey yapamaz tabii ki, kaderine küsüp kenara çekilir.
Pop art'ın tartışmasız lideri Andy Warhol ve Roy Lichtenstein, Claes Oldenbourg, Keith Haring gibi diğer pop art duayenleri, akademik sanatın gelenekleriyle hemen hemen tüm bağları koparırlar ve soyuta da sırtlarını dönerek halka gerçeği olduğu gibi sunarlar.
New York dev bir atölyeden farksızdır artık, şehirle birlikte ona bağlı tüm değerler de sanatın içindedir. Araba ilahlaşmış, cinsellik alenileşmiş, konserveler, pizzalar, patlamış mısırlar ikonlaşmış, sinema ise düşler ve yıldızlar üretmeye yarayan mükemmel bir makine olmuştur.
Çizgi roman başta olmak üzere, medya ve sinema pop artçılar için önemli bir esin kaynağı haline gelmiştir.
Kendini kabul ettiren şey sıradan bir sanat akımı değil, tam anlamıyla bir ‘hayat tarzı'dır.
Pop art'ın kült ismi Andy Warhol ise New York'ta kurduğu ve “Factory” adını verdiği atölyesinde sade yaratıcılığın sınırlarını aşıp türlü yeniliklere imza atar.
Parlak renklerle adeta badana yapılmış Marilyn Monroe, Elvis Presley, Elizabeth Taylor portreleri büyük sansasyon yaratır, Lou Reed'in adıyla anılan rock grubu Velvet Underground'un ilk albümlerinin kapaklarını tasarlar, Coca Cola şişelerini, Campbell's çorbalarının ve Heinz ketçaplarının kutularını boyar. “Tüketim toplumu” olarak bilinen kavram, Warhol için tükenmek bilmeyen bir esin kaynağıdır, bu oburluğu küçümsemek komik olur, zira bütün bu ‘sanat eserleri' daha sonra koleksiyonlarda, galerilerde ve hatta müzelerde baş tacı edilir.
Çizgi roman karelerinin duvarlarımıza kazandırılması ise Roy Lichtenstein sayesinde olur. Aslında Lichtenstein bir çizgi roman çizeri değildi, yaptığı şey geniş açı klişeler çizmekti:
Aşk acısıyla ağlayan kadınlar, bir tartışmanın ortasındaki çiftler, alevler içindeki uçaklardan atlayan pilotlar..
Bu klişeleri, ses efektleriyle ve konuşma balonlarıyla da süsleyerek öncesi ve sonrası olan gerçek çizgi roman kareleri yaratıyordu. Bütün diğer pop artçılar gibi, kopyanın kopyasının kopyasını yapan Roy Lichtenstein, pop art'ı gayet güzel özetliyor:
“Şehirde bir ağacın önüne oturamam, çünkü şehirlerde hiç ağaç yok. Ve bir ağacı düşündüğümde, ağacın medya (filmler, fotoğraflar, reklamlar vs) tarafından yapılan taklididir aslında aklıma gelen. Ben nesnenin kendisinden çok, taklidini algılarım.”
Claes Oldenbourg ise tam boyutlarıyla oluşturulan ünlü süper-market-galeri “Store”da, gıda maddelerinin ve tanıdık nesnelerin taklitlerini sunar. Bu durum sadece resim, sinema ve müzik dünyasını değil, tasarımcıları da büyük ölçüde etkileyecektir.
Diğer taraftan İngiltere de boş durmaz; 50'li ve 60'lı yılların Londrası, çılgınlar gibi pop art çağını kutlamaktadır, Peter Blake'in Elvis Presley ve Beatles için yaptığı muhteşem albüm kapakları, Brigitte Bardot için hazırladığı illüstrasyonlar tüm dünyayı etkilemiş, pop tutkusunu zirveye çıkarmıştır.
Pop Art sanat Akımı nedir?
Pop Art
1950'lerin sonunda İngiltere'de ortaya çıkıp, daha sonra Avrupa'da ve özellikle Amerika'da yayılan sanat akımıdır.
Pop Art akımın sanat tabanı, 1945-1960 yılları arasında, yani II. Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşan Soyut Ekspresyonizmdir. Bu akımın temsilcilerinin ortak ilkeleri oldukça azdır. Birleştikleri tek ilke, resim yapma işinin yaratıcı yönünü yüceltmek, resmin ne yöne gideceğini ve neyi anlatacağını resme başlamadan Önce bilmeyi reddetmektir. Amerika'da Marc Rothko (1903-1970) ve Jackson
Pollack (1912-1956), Fransa'da ise Alman asıllı Hans Hartung ile Georges Mathiev akımın temsilcileri arasındadır.
Pop Art hareketini esas belirleyen unsur ise, tüketim toplumunun ihtiyaçlarıdır. Başta Amerika olmak üzere, sanayi aşamasına gelen ülkelerde, yaşama tarzı ile endüstriyel üretim nesneleri arasında ilgi çekici bir duyuş birliği sağlamıştır. Başka bir ifadeyle, tüketime yardımcı bir reklam aracı olarak işlevini sürdürür. Herhangi bir ürün sanatsal bir ifade içinde sunulurken, dönemin teknikleri (fotoğraf, baskı vs.) de kullanılmıştır.
Tüketim toplumunun sanatı olan Pop Art, ele aldığı nesneleri üst değerler düzeyinde halka tanıtmaya çalışır. Resimli roman ya da reklamcılık tekniklerinin kullanıldığı Pop Art, konserveden sigaraya kadar hemen her şeyi konu edinebilir. A. Warkol, G. Segal, R. Hamilton, R. Lichtenstein, T. Wesselman, Y. Klein ünlü Pop Art sanatçıları arasında yer alırlar.
Andy Warhol'un Marilyn'ler''adlı eseri bir pop art ikonu olmuştur.
Pop Art, sanatın her dalı ve günlük yaşam imgelerinin genel anlamda en çok yaklaştığı; gerçek manada ise birbirinin en fazla düşmanı konumunda olduğu bir tarzdır. Kimi zaman imgeleri kimliksizleştirir, kimi zaman ise imgeleri güçlü ironiyle sorgulatır. Gitgide daha fazla büyüyen tüketim çarkı içine fast food’dan tutun da sinemaya kadar birçok marka girer.
60’lı yıllara imza atmış olan Kennedy’nin, “... aya adım atmış olacağız” sözü, televizyonun başına sabitlenen yaşamlar, Nasa’nın deneyleri, yürüyen yollar, galaksiler arası düşler ve başka oluşumlar, beyaz perdede ve çizgi filmlerde yansımalarını bize göstermiştir. Fütüristik bu eğilimler giderek daha bir belirginleşir. Tüketim kültürü dünyayı sarar ve endüstri geleneği ile gelen yaşam kültürünü sorgulayan pop sanatçıları felsefelerini kolâjla anlatırlar. Bu, aslında son derece parlak, renkli, gerçekçi ya da tam tersi düşünen yaşamdan bir kadrajdır.
Claes Oldenberg, Dev hamburger
Pop Art deyince akla gelen ilk cevap “popülist anlayış”tır; oysa ki Pop Art imgeleri tematize eder ve hatta hafif bir mizah anlayışı ile bulunma (varlık) sebeplerini ortaya koyarak sorgular. Pop Art, İngiltere ve Amerika’da 60’lı yıllarda ortaya çıkmış sanat akımıdır. İngiliz pop sanatı, Richard Hamilton,Peter Blake, Roger Coleman gibi sanatçılarla tanınır. Amerikan pop sanatında aynı dönemlerde Jasper Johns , Robert Rauschenberg,Andy Warhol ,Roy Lichtenstein ve Claes Oldenburg gibi sanatçılar bu tarzı temsil eder.
Andy Warhol
6 Kasım 2013 Çarşamba
ÇİN SANATI
ÇİN SANATI
Çinliler, Yang-şao ve Lung-mın boyalı çömlekçilik ürünlerinden de anlaşılacağı gibi, Cilalıtaş devrinden başlayarak, süsleme sanatına büyük bir beğeniyle eğilmişlerdir. Daha sonra, insanların tarlada çalışması azaldığı ölçüde, sanat etkinlikleri de çeşitlilik kazanmıştır. Çin sanatının özgün niteliği, geleneğe bağlılıktır (çok sonraları, çömlekçilik alanında yeniden ele alınacak olan tunçtan yapılma bazı arkaik biçimler, günümüze kadar varlıklarını korumuşlardır); bununla birlikte, geleneğe bağlılık hiçbir zaman Çin sanatındaki yaratıcılığı olumsuz yönde etkilememiştir: Çinli sanatçı ve zanaatçı, her zaman yeni bir şey bulmayı bilmiş, sanatı günlük yaşamın en ince ayrıntılarına kadar yaygınlaştırmayı başarmıştır, öte yandan, Çin sanatının kendi içine kapanıp kaldığını düşünmek de yanlış olur; çünkü Çinliler, yabancıların katkılarını kendi kültür miraslarına katmayı bilmişlerdir. Üstelik, Çin sanatının en yaratıcı dönemleri, yabancılarla ilişkilerin arttığı dönemlerdir.
Çin'e özgü ilk sanat ürünleri, tunçtan yapılmışlardır (birbiri içine geçmiş çok karışık motiflerden oluşan süslemelerin, elde hiçbir kanıt olmamakla birlikte, bir ağaç işleme sanatından kaynaklandığı sanılmaktadır). Çin sanatının gelişmesinde tunç işlemeciliğinin özel önemi, yaratılmış olan biçimlerin sürekliliğinden ileri gelir. İ.Ö. VI. yy'dan Î.Ö. yaklaşık IV. yy'a kadar merkezden uzak prensliklerin gelişmesi, Çinlilerin göçebe halklarla bağlantı kurmalarına yol açmış, önce İskitler, ardından da Sarmatlar yoluyla, ülkeye İran etkisi (Akamanış İmparatorluğu) ve Orta Asya vahalarında gelişen "bozkır sanatı"nm (hayvan motiflerine ağırlık verici) etkisi sızmıştır. Çin'de tunç ve yeşimtaşı üstüne daha çok kartal başlı aslan, kaplan ve ejderha motifleri işlenmesiyle gelişen bu etkinin izleri, günlük eşyalardaki (aynalar, süs iğneleri) süslemeler yoluyla günümüze kadar gelmiştir. Batı dünyasıyla ilişkilerdeki yüzyıllarca süren kopukluk, göçebe halkların istilalarının neden olduğu kesintiler, Çin'in dışardan aldıklarını özümlemesini sağladı. Daha sonra, Han sülalesi döneminde, Çin' de bütünlüğün gerçekleştirilmesi ve İpek Yolu'nun açılmasıyla, daha uzun süren ikinci bir etkilenme dönemi başladı. O dönemdeki başlıca katkıyı, buddhacılık sağladı. Gandhara'daki buddhacı sanat okulunun etkisi, Wey dönemindeki (V. ve VI. yy.) Çin heykelciliğine değişik bir incelik kazandırdı; bu arada İran'dan da kumaş motifleri, çeşitli mücevhercilik örnekleri, vb. alındı. Tang'lar döneminde özellikle resim sanatı, batıdan gelen katkılarla zenginleşti. Hintli ustalar Pekin'de resim dersleri verdiler ve etkileri Çin resmine özgü "çizgilerin" doğmasında büyük rol oynadı.
Çin'e özgü ilk sanat ürünleri, tunçtan yapılmışlardır (birbiri içine geçmiş çok karışık motiflerden oluşan süslemelerin, elde hiçbir kanıt olmamakla birlikte, bir ağaç işleme sanatından kaynaklandığı sanılmaktadır). Çin sanatının gelişmesinde tunç işlemeciliğinin özel önemi, yaratılmış olan biçimlerin sürekliliğinden ileri gelir. İ.Ö. VI. yy'dan Î.Ö. yaklaşık IV. yy'a kadar merkezden uzak prensliklerin gelişmesi, Çinlilerin göçebe halklarla bağlantı kurmalarına yol açmış, önce İskitler, ardından da Sarmatlar yoluyla, ülkeye İran etkisi (Akamanış İmparatorluğu) ve Orta Asya vahalarında gelişen "bozkır sanatı"nm (hayvan motiflerine ağırlık verici) etkisi sızmıştır. Çin'de tunç ve yeşimtaşı üstüne daha çok kartal başlı aslan, kaplan ve ejderha motifleri işlenmesiyle gelişen bu etkinin izleri, günlük eşyalardaki (aynalar, süs iğneleri) süslemeler yoluyla günümüze kadar gelmiştir. Batı dünyasıyla ilişkilerdeki yüzyıllarca süren kopukluk, göçebe halkların istilalarının neden olduğu kesintiler, Çin'in dışardan aldıklarını özümlemesini sağladı. Daha sonra, Han sülalesi döneminde, Çin' de bütünlüğün gerçekleştirilmesi ve İpek Yolu'nun açılmasıyla, daha uzun süren ikinci bir etkilenme dönemi başladı. O dönemdeki başlıca katkıyı, buddhacılık sağladı. Gandhara'daki buddhacı sanat okulunun etkisi, Wey dönemindeki (V. ve VI. yy.) Çin heykelciliğine değişik bir incelik kazandırdı; bu arada İran'dan da kumaş motifleri, çeşitli mücevhercilik örnekleri, vb. alındı. Tang'lar döneminde özellikle resim sanatı, batıdan gelen katkılarla zenginleşti. Hintli ustalar Pekin'de resim dersleri verdiler ve etkileri Çin resmine özgü "çizgilerin" doğmasında büyük rol oynadı.
ÇİN SANATI VE YASAK ŞEHİR
YASAK ŞEHİR
Geleneksel Çin burçlarından beşincisi olan ejderha, gerçek dünyada mevcut olmayan tek hayvandır. Çinlilerin gözünde ejderha, hayvanların hakimidir ve doğaüstü güçlere sahiptir. Çinliler kendilerini "Ejderhanın soyundan gelenler" olarak adlandırır. Çin tarihindeki nerdeyse bütün imparatorlar kendilerini "ejderhanın oğlu" olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla, ejderha imajının güç ve statü simgesi haline gelmesi doğal.
Bugün Beijing'in tam ortasında yer alan Yasak Şehir Müzesi, bin yıllık tarihi ve kültürü bünyesinde barındıran bir saray kompleksi. 600 yıldan daha uzun bir geçmişi olan Yasak Şehir'de 24 "ejderha oğlu"nun acı ve sevinçle dolu hayat hikayeleri sergileniyor. Yasak Şehir, her köşesinde görülebilen ejderhalarla, ejderha kültürünün merkezi olarak kabul edilir.
Ejderha kültürünü yakından tanımak için, Yasak Şehir'de gönüllü rehberlik yapan Gao Tongsheng'den bizi gezdirmesini rica ettik. Sözü ona bırakalım:
"Yasak Şehir'de çok sayıda ejderha var, saymak mümkün değil. Konakların tepelerinde, saçaklarda, konakların önündeki basamaklarda bile ejderhalar var. Mesela, Yüce Uyum Konağı'nda bulunan imparatorun tahtına "ejderha tahtı", imparatorların giyindikleri kıyafete "ejderha kıyafeti", imparatorların yataklarına "ejderha yatağı denir. Hepsini saymak gerçekten çok zor."
Her sabah, Yasak Kent'in kapıları açılır açılmaz, dünyanın dört bir yanından gelen turistler içeriye akın eder. Bazıları müzelerin içinde gezerken, bazıları da fotoğraf çektirir. Peki, bu büyük tarihi kalıntıların her bir parçasında saklı bulunan etkileyici hikayeleri kaç kişi sabırla dinleyebilir?
Yasak Şehir'in en büyük kapısı olan Yüce Uyum Kapısı'ndan içeri girildikten sonra, Yüce Uyum Konağı'yla karşılaşılır. Uzaktan bakıldığında, mavi gök, sarı kiremitler, kırmızı duvarlar ve beyaz mermerden yapılma teraslar görkemli bir tablo oluşturur. Yasak Şehir'deki saray parçaları arasında statüsü en yüksek olan Yüce Uyum Konağı'nda, tabii ki çok sayıda ejderha deseni bulunuyor. Zor olmasına rağmen, Yüce Uyum Sarayı'ndaki ejderha sayısı dikkatli bir çalışma sonucu ortaya çıkarıldı: 13 bin 844.
Altın tuğlalarla döşeli ve 10 bin adet ejderhayla süslenmiş Yüce Uyum Konağı'na görmek isteyen turistler, genellikle ilgilerini görkemli konağa yöneltirler.. Fakat basamakları tırmanmaya başlayan turistler, üç katlı terasların kenarında oyulan "ejderha başları"nı gözden kaçırabilirler. İlk bakışta, beyaz mermerden yapılan "ejderha başları" süslü eşyalardan biriymiş gibi görünür. Ama, süslü ejderhalar aslında pratik ve önemli bir su boşaltım sistemidir. Gao Tongsheng'dan dinleyelim:
"Yüce Uyum Konağı'nın önündeki üç katlı teraslara geldik. Burası en muhteşem olan, beyaz mermerlerle yığılan, 8 metre yüksekliği bulunan teraslardan oluşur. Teraslar, "bakış sütunu" denilen taş sütunla çevrilidir. Toplam 1400'den fazla sütun vardır. Her sütunun ayağında bir ejderha başı dışarıya doğru uzanır. Her ejderhanın ağzı açıktır. Bu ağızlar drenaj rolü oynar. Yani teraslara yağan yağmurlar ejderhaların ağızlarından boşaltılır. Dolayısıyla yağmurlu günlerde, teraslardan akan sular, yağmurun şiddetine göre, bazen beyaz bir kumaşı andırır, bazen şeffaf ve berrak buz saçağı oluşturur."
Saray kompleksinin odağındaki üç konak olan Yüce Uyum Konağı, Merkezi Uyum Konağı ve Uyumu Koruma Konağı, üç katlı terasların üzerinde bulunmaktadır. Beyaz mermerden yapılma terasların yüzölçümü yaklaşık 2bin 500 metrekareyi bulur. Yağmur suyunun birikmesini önlemek için teraslarda su boşaltma sistemi inşa edilmiştir. Terasların kenarında toplam 1142 ejderha başı bulunur. Terasların ortası yüksek, kenarı düşüktür. Yağmurlu günlerde, teraslara düşen yağmur suları 1142 ejderhanın ağzından çıkarak, "bin ejderhanın su kustuğu" bir tablo oluşturur.
"Ejder su kusması", hem bir mühendislik işi, hem de şiirsel bir olay... Yağmur yağarken, suyun beyaz bir kumaş şeklinde ejderhaların ağzından şırıl şırıl akarak sarı-kırmızı renkteki konakları nasıl çevrelediğini hayal etmeyi deneybilirsiniz... Görkemli bir manzarayla karşılaşacaksınız!
Üç katlı terasa tırmandıktan sonra, Yüce Uyum Konağı karşımıza çıkar. Konaktaki 13 bin 844 ejderha göz kamaştırıcıdır. Yüce Uyum Konağı'nda ejder tahtında oturan imparatorların memurları huzuruna kabul ettiği sahneye sık sık televizyon dizilerinde ve Çin filmlerinde rastlanır. İmparatorların giydikleri güzel ve sarı kıyafet çok dikkat çekicidir. Ejderha kıyafetindeki desenlerin neler olduğunu biliyor musunuz?Ejderha elbisesi aslında imparatorun tören kıyafeti. Kıyafet üzerinde ejderha desenleri işlenmiştir. Çincede elbiseye "Long Gun" denir. Ejderha kıyafeti yalnız
"İmparatorun ejder kıyafetine dokuz ejderin işlenmiş olması lazım. Ondan sonra, 12 başka desen bulunur. 12 desen arasında güneş, ay, yıldız, dağ, alev, kuş, kaplan ve maymun yer alır."
12 desenin tarihi bin yıl öncesine dayanır. Her desen, kendine özgü bir anlam taşır. Örneğin güneş, ay ve yıldız, imparatorların sonsuz nezaketini simgeler; dağ, kararlı bir karakteri temsil ederek imparatorun devleti yönetme yeteneğine sahip olduğunu yansıtır; farklı biçimlere dönüşebilen ejderha, gökte uçabilen, denizde yüzebilen doğaüstü güçleriyle, imparatorların gerçeğe dayalı bir biçimde devlet işlerini halledebilmesi anlamına gelir.
"Ejderha kıyafetinde beyaz kaplan ve hanuman da vardır. Kaplan güçlü, hanuman ise zekidir. İkisi imparatorun birer yeteneğini temsil eder. 12 desen imparatorun sahip olması gereken ahlakı ve yeteneği ifade ediyor."
Kim bilge imparator, kim akılsız ve rahatına düşkün bir imparator diye sık sık düşünüyoruz. Bilge imparator nasıl olmalıdır? Belki 12 deseni anladıktan sonra, cevabı kendiniz verebilirsiniz.
Yasak Şehir'de ahşaptan, taştan, camdan veya iğne nakışından yapılma ejderhalar, değişik biçimlerde turistlere sergileniyor. Ama Yasak Şehir'deki ejder kültürünü anlamak için "ejder" kelimesini içeren beyitleri okumak da gerekli...
Qing hanedanında tanınmış Qianglong imparatorunun yazdığı bir beyit, Merkezi Uyum Konağı'nda asıllı. Beyitte bir "ejderha" sözcüğü yer alır.
"Bu beyit 'Ben güneş tanrısı gibi altı ejder arabasıyla gökte hiç ara vermeden gezmek isterim' demektedir. Yani imparator idari işlerde çok çalışkan olması gerektiğini kendinden sonraki imparatora öğretir. Bu ifadenin ilerisinde, 'beş tür mutluluk karşılığında vatandaşların desteğini almak isterim' beyiti vardır. Beş mutluluk, uzun ömür, zenginlik, sağlık, dürüstlük ve huzur içinde bir ölümü içerir."
Yasak Şehir'de beyitler, devlet yönetimi, memurluk, efsanevi hikaye ve dilek sunma gibi konuları içeriyor. Yasak Şehir'deki her ejderha bir kapı olduğu gibi, arkasındaki sanat, tarih, felsefe ve Çin'e özgü yenilik gücü korurur. Hangi kapıyı aralarsanız aralayın, muhteşem bir manzara karşınıza çıkar.
Belki Yasak Şehir'in en etkileyici yanı, ne büyüklü küçüklü saray kompleksi, ne de sayısız ejderhadır. İnsanlar, sarayın tek bir tuğlasına, bir kiremitine, hatta bir ağacına sızan yüzlerce yıllık geleneksel kültürden etkilenir. Sadece bir taht veya bir beyit, tarihimizi anlatır veya geleceğimize dair mesajlar verir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)